1. YAZARLAR

  2. D. Ali TAŞÇI

  3. Allah’ın bir kulu: Nazım Hikmet
D. Ali TAŞÇI

D. Ali TAŞÇI

Yazarın Tüm Yazıları >

Allah’ın bir kulu: Nazım Hikmet

A+A-
“Ebede set çeken zulmeti deldim,
Aşkı içten duydum, Arş’a yükseldim.
Kalbden temizlendim huzura geldim,
Ben de müridinim işte Mevlâna.”

Yukarıya, Nazım Hikmet’in “Mevlâna” adlı şiirinden bir dörtlük aldım. Zannederim, seksen yıldır, Türk kavga tarihinden hiç düşmeyen Nazım’ın “mistik-insanî” boyutuna pek değinilmemiştir.
Onun da “ölüm” gibi, “sonsuzluk” gibi problemleri olabileceği, Allah’a karşı olan aczini itiraf edebileceği, kul duyarlığı içindeki anları yaşayabileceği göz ardı edilmiştir. Hele hele uzun yıllar yaşadığı zindanlar, tecritler onu ruhuyla hiç tanıştırmamış mıdır?

Nazım’ı hep içindeki çocukluğunu hiç yitirmemiş bir insan olarak gördüm. Asiydi, yaramazdı; fakat evin çocuğuydu. Uçlarda gezinmek, ona reva görülen hayata karşı bir isyanıydı; ütopik dünyalar onun kimyasını değiştirebiliyordu belki. Ama şair saflığını içinde taşıyordu. Onun gözünde Mevlâna bir ruh kahramanıydı, Lenin ise dünyevî yaşam kavgasının kahramanı. Bu nedenle her ikisine de şiirler yazabiliyordu.

Kadınlara karşı büyük zaafı vardı. Bir şair duyarlığıyla, tanıştığı kadınlara kolayca âşık olabiliyordu. Kadına karşı bu denli meyli olan bir insanın “canavar” olabilmesi zordur. 1922’de Nüzhet Hanım’la, 1925’te Lena ile, 1935’te Piraye Hanım’la evlendi. 1948’de dayı kızı Münevver Hanım’a âşık oldu. Uzun hapishane hayatının ardından, “ülkemde kalırsam öldürülürüm” korkusuyla, 1951’de Türkiye’den kaçana kadar Münevver Hanım’la yaşadı ve tek oğlu “Memed” ondan oldu. “Karşı yaka memleket/Sesleniyorum Varna’dan/İşitiyor masum oğlum Memet Memet” diye hasretini çektiği oğlu Memet Fuat’tır. Daha sonra Dr. Galina ile çok kısa süreli bir evlilik yaptı. Kendi deyişiyle, altmışına yakın sevdalandığı, “saçları saman sarısı, kirpikleri mavi” Vera ile evlendi ve ölünceye kadar (1963) onunla yaşadı.

Nazım bir muzdaripti. “Kaçak”tan çok bir sürgündü. O dönem kimler sürgün edilmemişti ki Türkiye’den? “Yüz ellilikler” namıyla sürgün edilenler arasında ünlü şair Rıza Tevfik Bölükbaşı ve ünlü hikâyecimiz Refik Halit Karay da vardı. Rıza Tevfik, yirmi yıllık sürgün hayatında yazdığı şiirlerinde hep hüznü ve hasreti dile getirir:
“Uçun kuşlar uçun doğduğum yere;
Şimdi dağlarında mor sümbül vardır.
Ormanlar koynunda bir serin dere,
Dikenler içinde sarı gül vardır.”

Refik Halid ise, “Nilgün” adlı ünlü romanını, Ortadoğu sıcağında yazar.
Mehmet Akif’in kaderi sanki farklı mıydı? Akif’le Nazım’ın kader yolculuğu, zıt yöne giden iki yolcunun bir yerde buluşması gibi bir seyir gösteriyordu. İkisi de milletini seviyordu. Nazım’ın son karısı Vera; “Nazım o kadar çok ‘hasret’ demişti ki, Türkçe’den bir bu aklımda kalmış” diyordu. Akif ise hasretini Mısır’da demliyordu. Türkiye Cumhuriyeti iki büyük şairinden mahrumdu. İki büyük şair de “yeni yönetim”e küskündü. Akif ıstırabını, bir iman şairi olarak Allah’a sığınmakla gideriyor, Nazım ise “kavga şairi” olduğu için, ideolojiye. Aslında Akif’le Nazım arasında kavga yoktu; kavga “yeni düzen”le ikisi arasındaydı. Nazım, “Men-i Müskirat Kanunu” (içkiyi yasaklayan kanun) çıkarıp, ardından “gül rakısı” içen yöneticilere kızıyordu; Akif ise, şiirle yazmış olduğu Kur’an mealini, “Türkçe ibadet”e temel teşkil eder korkusuyla eserini yaktırıyordu.

Gençliğinde Mevlâna’ya şiirler yazan, ona “mürid” olmayı dileyen bir Nazım’ın ateist olabileceğine bir türlü gönlüm razı olmuyordu. Nitekim Zaman gazetesinin 23.02.2003 tarihli “Turkuaz” ekinde, Nazım’la ilgili itiraf niteliğinde bir haber çıktı. Prof. Mustafa Mehmet isimli bir Romanyalı Türk tarihçisi, Nazım’ın bu hüzünlü, insanî yönünü ortaya koyuyordu. 1957 yılında Nazım’ın Romanya’ya gittiğini ve kendisinin ona eşlik ederek şunları yaşadığını söylüyor Mehmet: “Nazım, Ramazan günü Romanya’ya geldi. Onunla otelde görüştüm. Bana: “Kardeşim, bu akşam Kadir Gecesi’dir, beni camiye götür” dedi. Akşam, Vera ile birlikte onu camiye götürdüm. Camide mevlid okunuyordu. Nazım usulca oturdu. Mevlidi büyük bir dikkat ve huşu ile dinliyordu. Bir ara cemaate dönerek; ‘Saygılı cemaat! Ben bir komünistim. Lâkin böyle mübarek bir gecede sizleri derli toplu, cami gibi kutsal bir mekânda görmekten dolayı çok mutluyum, çok duygulandım!’ Ne dersiniz? Camide, cemaate karşı “Ben komünistim” demesi, onun hangi ruh halinin bir görüntüsüdür? Ramazan’ı ve hele hele o gecenin Kadir Gecesi olduğunu bilmesi, onun içinde taşıdığı mutluluğu ve duygusuyla birlikte bir çocukluk masumiyetini de göstermez mi? Mustafa Mehmet devam ediyor: “Onun, Kadir gecesi gibi Müslümanların değerleriyle ne ilgisi olabilirdi? Sanki içinde bir şeyler vardı! Sonunda da oturduğu tabureden düştü; kalp krizi geçirdi.”

Nazım’ı 1951 yılında, bir motorla Karadeniz’den yurtdışına kaçıran yazar Refik Erduran da; “Nazım, ezan okunurken gözleri dolan adamdı” diyor. Ben de Moskova’da çalışan bir vatandaşımızın; “Nazım’ın mezarı kıbleye dönüktür!” dediğine tanığım.

Bütün bunları, Nazım’ın “iyi bir Müslüman” olduğunu göstermek için yazmadım.
“Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni/Ve de uyarına gelirse/Tepemde bir de çınar olsa/Taş maş da istemem hani!” diyebilen bir şairin, öyle bir çırpıda “komünist-vatan haini” diyerek atılacak bir insan olmadığını vurgulamak istiyorum. Muhteşem bir Türkçesi vardı. Kendince haksızlıklara karşı direniyordu ve bunun bedelini de çok ağır biçimde ödemişti, ödüyordu. Yurdundan kaçması zorunlu muydu?

Öldürüleceğinden korkuyordu. Mustafa Suphi ve Sabahattin Ali örnekleri vardı. “Kaçışı muhteşem” miydi, bilmiyorum; ama sığındığı mekân ve ideoloji de onu tatmin etmiyordu. Moskova’da kendisine orman içinde bir köşk ve şoförlü araba tahsis edilmişti. İki ay sonra Moskova halkının kuyruk ve yokluk sefaletini görünce, “Bugün” demiş, “Derhal arabamı ve şoförümü iade ediyorum. Kendi kitaplarımdan gelen parayla geçineceğim. Herkes nasıl yaşıyorsa ben de öyle yaşayacağım” diyebilen ve dediğini de uygulayabilen bir adamı göz ardı edemeyiz.

Uzun yıllar Nazım’a kayıtsız kaldık. “Komünist” diyerek onu mahkûm ettik. Lenin’e methiye yazdı diye aforoz ettik. Bunun yanında Amerika’ya methiyeler düzenleri de baş tacı yapmaya çalıştık, çalışıyoruz. Komünizm yıkıldı, ya kapitalizm? Ya her gün namusumuzu payımal eden Amerikan postalları?

Nazım, karşı çıktıklarımıza karşı çıkmış; kabul ettiklerimizi etmemiş olabilir, ama bir aydın hassasiyeti taşıdığı, haksızlık karşısında susmadığı gerçek değil midir?

Karısı Vera: “Nazım Moskova’da çok yalnızdı” diyor. Bu yalnız ve muzdarip adamı ben bir Müslüman olarak saygıyla anıyor, onun içindeki çocuğu selâmlıyorum. Herkes Allah’ın kuludur ve O’na dönücüdür.
Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Yeni dezenformasyon yasası ve kişisel verilerin korunması kanununa göre; kişilik haklarına yönelik her türlü yayın suç teşkil ettiğinden, kurallara aykırı yorumlar onaylanmamaktadır. Lütfen bir aşağıdaki facebook yorumları bölümünü kullanınız
14 Yorum
  • Yalovalı / 18 Mayıs 2008 Pazar 11:37

    Yöresel gazete ve kimi siteleri gezinmek ilgi çekicidir memleketinden uzak olanlar için,özlemdir.O nedenle okurum gizemli yazıları.Karşılaştığım kişilerin (birkaçı hariç)yazdıkları yazıların çoğu dinsel bağlamlı.Olabilir.Bağlı olduğumuz inanca karşı saygısızlık hissetiğimiz yazıları"kendi düşünce sınırlarına göre"eleştiririz.Ancak kimi eleştiriler o denli ağır ve sınırsız ki sanki islam inancı sadece onun tekelinde.İstediği gibi algılamamışsa yazıyı, vur abalıya.Bu yazılar bana sanki bilinçli yazılıyor gibi geliyor.Kimi ulusal gazetelerin hedef göstermeleri gibi.Bunlar çok tehlikeli davranışlardır.Oysa İslam Dini bu davranışları karşılamaz.Çünkü bize inancımızın temelinde sevgi,hoşgörü,yardımlaşma,insanı yaradanın en mükemmel varlığı olduğu için olduğu gibi sevme,komşusu açken tok yatamama gibi evrensel değerleri içerir.Oysa bu sayfada yazan birçok kişi inancı babasının mirası gibi kabullenerek saldırıyor insanlara.Bunları kabullenmek mmümkün değil.Bu tür yazıları yazanların "bana göre"bilgi eksikliklerinden ya da etkilendikleri bilgisiz inanç sömürücülerinden veya dini kendi çıkarları için kullananların etkisindedirler.Tabiki itiraz edecekler.Hiç etmesinler.Çünkü din ile uğraşan bilim adamlarının"gerçek"yazılarını okuyup,kendi yazılarını karşılaştırırlarsa gerçeği göreceklerdir.Bu yazılarda düşüncelerimi destekleyen önemli bir nokta da görmedim değil.Şöyleki:Ele aldıkları dinsel konunun yazıya döküüş biçimi.Çok ilginç.Sıradan bir vatandaşın yazısı değil.Tek yönlü okumuş ya da eğitim görmüş biri görüntüsünde.Veya başkasının yazılarından alıntı yapıyor.Günümüz gençleri bu yazılardan birşey anlamaz.Hatta bir eğitimci olarak ben de anlamakta zorluk çekiyorum.Yazı dili son derece ağır,Arapça,Farsça sözcük,terkip ve tamlamalar kullanıyor.Bu yazıları okumak için bir metrelik Osmanlıca-Türkçe lugat kullanmak gerek.Beyler!Eğer düşüncelerinizi güzelce iletmek istiyorsanız İslam inancının güzelliklerini,dürüstlüğünü,insan sevgisini,kardeşliği,yardımlaşmayı,iyilik ve güzellikleri,toplumları birleştirmeyi,insanlar arasındaki kavgaları gidericilik kavramlarını yazınız.Kin ve nefret uyandıracak içerikli yazılarla İslam inancına zarar veriyorsunuz.Sizin gibi inanmayanlara acımasızca davranma hakkını vermez inancımız.Çünkü"Gel kim olursan gel..."diye devam eden islam şairinin inanca ait bilgi birikiminden ve islamı anlamadan daha mı iyi biliyorsunuz?İnsanı yaratmasam evreni de yaratmazdım ,varlıkların içinde en mükemmeli olan insan Tanrı'nın bir yansımasıdır diyen Tasavvuf Felsefesi sanatçısı Yunus'tan daha mı iyi biliyorsunuz inanç sistemimizi ki çıkıp ahkam kesiyorsunuz bir sürü bilinmedik sözcüklerle.Beyler,eğer birşeyler yazacaksanız saf,temiz kendinize ait bilgi ve sözcük dağarcığınızla yazınız yazılarınızı ve dostlukları pekiştirin.Din bağlamda düşmanlık,kin ve nefret yaymak yakışmaz dinimize.Tanrı böyle düşünen,çıkarı için dinini kullanan ikiyüzlülükleri sevmez,yapanları da affetmez diye düşünüyor esenlikler diliyorum.

    Yanıtla (0) (1)
  • simiore / 17 Mayıs 2008 Cumartesi 14:33

    “Kâinat Allahın mülküdür, onda olup bitenler de yine Allahın ilahi icraatlarıdır. Bu bakış açısıyla neye baksak hem ilmimiz artar hem de tefekkür sevabı kazanırız.”

    Sorunun cevabı, mahlukat alemini İlâhî sıfat ve isimlerin tecelligahı bilme idraki içinde yazılmış bütün ilmi eserlerdir.

    Burada kısa bir değerlendirme yapmakla yetineceğiz:

    Düşünüyorsunuz, zihniniz bir fikir üzerinde yoğunluk kazanıyor ve sonunda bir sonuca ulaşıyorsunuz. Fikir zihninizden doğmuştur ve onu bilen tek insan da sizsiniz. Elde ettiğiniz bu manevî mahsulünüzden başkalarının da faydalanmasını arzu ediyor ve onu yazıya döküyorsunuz. Böylece, ilim ve fikir, kâğıt ve mürekkeple kendini göstermiş oluyor. Ne kâğıtta, ne de mürekkepte ilim olmadığını çok iyi bilenler hükümlerini tereddütsüz veriyor ve bu kâğıt, diyorlar, ilme mazhar olmuş, onda ilim okunuyor, her cümlesi bilgi saçıyor. Bu hükümle birlikte nazarlar size dönüyor, teşekkür size ediliyor, tebrikleri siz alıyorsunuz.

    Öteden kendini bilmez bir grup çıkageliyor. Yazıyı okur okumaz başlıyorlar kâğıda övgüler yağdırmaya. Bu da nasıl olur, demeyiniz. Her gün dergilerde, yahut ders kitaplarında bunun yüzlerce, binlerce misâlleriyle karşı karşıya değil miyiz?

    Mahsûle bakarak tarlayı methedenler bundan farklı bir şey mi yapıyorlar. Anatomi kitapları insan bedenindeki ince hikmetleri ruhsuz bir üslûp ile anlatırken bunun bir benzerini sergilemiş olmuyor mu?

    Burada masdar (sudur yeri, çıkış noktası, kaynak) ile mazhar (onun zahir olduğu, göründüğü mekan) birbirine karıştırılmaktadır.

    Kitap ilimden çıkıyor; masdar ilimdir, kitaplar mazhar.
    İbadet imandan çıkıyor; masdar imandır, ibadet mazhar.
    Sadaka merhametten çıkıyor; masdar merhamettir, sadaka mazhar.
    Şu uçsuz bucaksız feza âlemi kudretten çıkıyor; kudret masdardır, âlemler mazhar.
    Hücreler, çekirdekler, genler, atomlar hikmetten haber veriyorlar; hikmet masdardır, bunlarsa mazhar.
    Misâlleri çoğaltabilir ve bir cümlede özetleyebiliriz:
    Mahlûkat mazhardır, ilâhî sıfatlar ve isimler ise masdar.

    Bütün fen bilimcilerimiz varlık âleminin mazhar olduğu ilâhî ilim ve hikmetten anlayabildiklerini yazıya dökmekle şeref kazanıyor, bilim ödülleri alıyorlar. Ama bazıları, bu cansız ve şuursuz varlıklarda tecelli eden ilmin kaynağını, araştırmaksızın onları anlamaktan dem vuruyor ve alkış topluyorlar.

    Halbuki, hikmetle yapılmış bir varlık olarak, bir başka varlığı anlamaya çalıştıklarını düşünseler, hem kendilerine hem de o varlığa bu mânâ deryasının nereden geldiğini düşünseler, gerçeği bulacak, hakka erecekler.

    Yanıtla (0) (0)
  • hudabin / 17 Mayıs 2008 Cumartesi 14:29

    Varlıkları algılama konusunda beş duyu ile sınırlı olan insan oğlu, algı sahası dışında olan metafizik konularda her şeyi kuşatan bir ilme muhtaçtır. O ilim sahibi ise Allahtır. Allah, bizim bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz bir çok gerçeği, peygamberler aracılığı ile bize bildirmektedir. İşte insanı aldatan önemli sebeplerden bir tanesi de ilâhî gerçekleri anlama konusunda kendi düşünce ve yeteneklerine güvenerek, peygamberlik kapısını çalmamasıdır. Hâlbuki Allaha nasıl iman edileceği, onun bu kâinatı niçin yarattığı, insanı bu âleme hangi gayeler için gönderdiği, onlara ne gibi görevler verdiği, bu âlemden sonra nasıl bir âleme gidileceği gibi, her şeyi kapsayan nihayetsiz gerçekler, sınırlı akıl ile kavranamaz.

    Bunlar ancak vahyin ışığı ile bilinebilir. Allah bize bu hakikatleri bildirmek için peygamberler göndermiş ve kutsal kitaplar indirmiştir. Çekim kanunu ile gezegenleri güneşin, elektronları çekirdeğin, arıları bir beyin, karıncaları bir emirin kumandası altında toplayan Allah, insanların da peygamberler etrafında toplanmasını istemiştir. Tâ ki onların kalp, ruh ve vicdanları, peygamberlerin eliyle terbiye edilsin ve kendilerinden beklenen kemalata yükselebilsinler.

    Ulvî bir hayata aday, sonsuz bir mutluluğa âşık olan insan için, bu eksik ve sınırlı olan akıl, yeterli ve yetkin bir rehber olamaz. İnsan onunla belli bir noktaya kadar gidebilir. Gerçeği bulması, dünyevî ve uhrevî saadete erişmesi ancak peygamberlere bağlı olması ile mümkündür.

    O nuranî zatlar, Allahın isim ve sıfatlarına en mükemmel bir ayna olmuşlardır. Allahı hakkıyla sevip ümmetlerine de sevdirmişlerdir. Kâinatın ifade ettiği gizli anlamları sezinleyerek ümmetlerine bildirmişlerdir. Bütün insanlığın yaratıldığı günden itibaren en büyük problemi olan “Necisin, nereden geliyor ve nereye gidiyorsun ?” sorularına ikna edici cevaplar vermişlerdir.

    Evet Allah, peygamberleri en ulvî bir özelliğe sahip olarak yaratmış, onların duygu ve kabiliyetlerini en güzel şekilde kendisi terbiye etmiş, onları tüm insanlığa yol gösterici ve öğretici olarak göndermiştir.

    Yanıtla (0) (0)
  • hudabin / 17 Mayıs 2008 Cumartesi 14:26

    Öncelikle, insan yaratılış itibariyle etkilenebilir bir yapıdadır ve telkine açıktır, bu durumuyla boş bir kabı andırır. Kalp ve beyni olumlu fikir ve hakikatlerle doldurulmazsa, onların yerini, ister istemez menfî ideolojiler, hurafe ve safsatalar alır. Bugün gençliği sarsan psikolojik bunalımların, ruh sıkıntılarının asıl sebebi budur. Bu manevi ızdıraplardan kurtulmanın tek yolu, akıl, kalp ve vicdanlarını Kur’anın getirdiği ulvî hakikatlerle doyurmak iken, bir kısım gençler, ilim ve fikir yerine, aldatıcı sloganlara, sihirli reçetelere (!) daha çok meyleder. Manevî boşluklarını böylece doldurup, huzura kavuşacaklarını ve ızdıraplardan kurtulacaklarını zannederler.

    Materyalistler, onların bu hâlinden istifade ederek bu safdil ve zavallıları, adalet, eşitlik, gibi hayalî slogan ve propagandalarla aldatır, kendilerine çekerler. Onları sempatizan hâline getirdikten sonra, sosyal problemler için ileri sürdükleri, hayalî vehmî reçeteler yanında yer yer bu gençlerin kafalarına maneviyatı sarsıcı şüpheler atarlar. Belli bir dönemden sonra, sürekli ve yoğun telkinlerle, zavallı muhataplarının beyinlerini yıkaya yıkaya, nihayet onları materyalist ve ateist düşünce dışında hiçbir hakikati kabul edemeyecek, bir hâle sokarlar. Artık bu insanlar mantık ve muhakemelerini kaybederek robotlaşır. Basit bir hanenin dahi ustasız olamayacağı kesin bir gerçek iken, şu muhteşem kâinat sarayını, sahipsiz ve yaratansız kabul ederler. Bir harfin kâtipsiz olması muhal olduğu hâlde, her harfinde nihayetsiz hikmetler bulunan şu kainat kitabını katipsiz kabul ederler. Hem bütün bitkiler, hayvanlar ve insanları, hayatsız ve şuursuz ve iradesiz tabiatın yaptığına, yahut bunların kendi kendine meydana geldiğine inanırlar. Kendilerini gayesiz, vazifesiz, başıboş ve sahipsiz zannederler, korkunç bir dalalete düşerler.

    İnsanın kıymet ve mahiyetini elmas derecesinden kömür derecesine indiren, bütün insanî özellikleri silip süpürerek, onu hayvandan çok aşağı dereceye düşüren inkârcılığın iç yüzündeki çirkinliği ve imkânsızlığı göremezler. Hâlbuki kâinattaki büyük ve kuşatıcı hakikatler, küfür ve inkâr ile izah edilemez.Hem inkârın mahiyeti, yalan olmakla beraber, gerçeğin zıddını kabuldür. Mesela, Selimiye Camii’nin mimarını inkâr etmek, hakikatsiz bir safsata ve büyük bir yalandır. Evet, mükemmel plânı, harika estetiği, sanatlı yapılışı ile akılları hayrete düşüren böyle muhteşem bir eser, ortada iken, onun ustasını inkâr etmek en büyük bir safsata, en dehşetli bir zulüm ve en hakikatsiz bir hurafedir.

    Aynen bu misal gibi, binlerce menzilleri ihtiva eden şu muhteşem kâinat sarayının Hâlık ve Mâlikini, sahip ve mutasarrıfını inkâr etmek, bu misalden hadsiz derecede çirkin bir yalan, müthiş bir hezeyan, korkunç bir safsatadır.

    Yanıtla (0) (0)
  • Yalovalı / 16 Mayıs 2008 Cuma 19:46

    Sayın razap 53,
    Yazıma yanıtını beklemedim diyemem.Geç oldu ama olsun.Son yazınızda anlaşılır şeyler yazmaya başladığınızı gördüm.Yaşama bakışınız sizindir,sizi ilgilendirir.İnanca da.Ne sizin ne de bir başkasının inancı beni ilgilendirmez.Benim inancım banadır.Kimseyi ilgilendirmediği için bu konuları gündelik yaşama karıştırmam,pek fazla dillendirmem.Çünkü kimseyi ilgilendirmediğini biliyorum.Bilmelerini de istemem.Çünkü inancın en temizliği gizli olanıdır ve kul ile Allah arasında kalmalıdır.Benim sitemim bunları her zaman açığa vurup,öyle görünen ve aslında olmayanlaradır.Eğer inancımızı gizli tutarsak daha temiz ve pak kalır.Tanrı da böyle ister.Yazınızda yine hatalar var.Yaradan karşısında acız olmadığımı mı söyledim?Nerden çıkarıyorsunuz?Bu mantık sıkışınca yazılan yazı mantığına benziyor.Öyle olsam bile söylememeniz gerekir.Çünkü sizi ilgilendirmez benim dinsel yaşamım.Oysa toplumsal yaşamım sizi olduğu gibi herkesi ilgilendirir.Çünkü örnek olabilirsiniz.Oysa din veya dinsizlikle ilgili bırak yorumu söz söyleyemem.Çünkü benim işim değil.Ona din adamları bakar.Ben ancak kendimi idare ederim.Kimseye akıl veremem bu konuda.Eleştirim bunu bilinçli olarak kullananlara.Sizin bu konudaki görüşünüzle,bir yazarın görüşü farklı.Yazar kitleleri etkiler,siz sadece çevrenizi.Oysa insanlar inançlarıyla kalsalar da bilinçli olarak,aydınlar onları gelecekle ilgili aydınlatsalar toplumu.Daha güzel olmaz mı?Arkadaşım,Eğer senin evine bir arkadaşının eşi,kardeşi geldiğinde elini sıkmıyor hoşgeldin demiyorsan cinsellik içerir düşüncelerinde.Çünkü elini tutmaktan korkuyorsun,cinselliğin artıyor.İnsaf,bu ikiyüzlülük değil mi?Yazında Nazım'ın yurt dışında kadınlarla zevk yapıyordu,onun için gitti derseniz size söyleyecek sözüm yok.Eğer biraz yansız düşünür,kitaplar okursanız söylediklerimi daha iyi anlar,yorumlayabilirsiniz.Üslubunuzdaki değişiklikten ötürü yazınıza yanıt verdim.Bir de Karadenizli'li olmanın heyecanı.Çünkü inanç değerlerine çok bağlı insanımız.Keşke biraz daha sabırlı,bilinçli ve birbirimizi anlayarak yapabilsek.Size bir sözüm var.Sizi yaradan mükemmel bir varlık olarak yarattı.Kendinizi her zaman en iyi siz savunursunuz.Bu konuda sınırsız mücadele etmelisiniz.Yine de olmadıysa yapacak birşey yok.İşte o zaman yaradan senin yanında.Çünkü herşeyinizi ortaya koydunuz ama olmadı.İşte o zamandan sonra en iyi bilen o'dur.Başkası yok.Esen kal.

    Yanıtla (0) (0)