Anadolu adındaki çocuk artık anasız değil
Hz. Süleyman’ın hükümdarlığı zamanında bir çocuk bulunur. İki kadın, bulunan çocuğa annelik iddiasıyla Hz. Süleyman’ın huzuruna gelir. Hz. Süleyman, çocuğun ikiye bölünerek, yarısının bir kadına, diğer yarısının da öteki kadına verilmesini emreder. Bu durum karşısında annelik iddia eden kadınlardan biri hakkından vazgeçerek, çocuğun diğer kadına verilmesine razı olur. Bunun üzerine Hz. Süleyman hükmünü verir:
“Ey davasından vazgeçen kadın, çocuk senindir; çünkü hiçbir anne, hasretine katlanır da çocuğunun ölümüne rıza göstermez.”
Tanzimat sonrası ortada kalan “Anadolu” adlı çocuğuna, sırf onun yaşaması için gerçek anne olan Anadolu insanı, tüm firakına ve acısına rağmen, annelik hakkından feragat etti. Anne olmadan bu acının anlaşılması mümkün değildir.
Üvey ve sahte annelerin elinde büyüyen çocuk, çoğu zaman insan haklarından mahrum edildi. Zulüm, tecrit, işkence, baskı, aşağılanma, insan yerine konulmama, en doğal haklarından mahrumiyet… gibi insanlık dışı uygulamalara tabi tutuldu. Fakat Anadolu adındaki çocuk, gerçek annesinin bu coğrafyada yaşadığına inandı ve kendine reva görülen her türlü yamyamlığa karşı sabretti. Anne de, yavrusunun bu perişanlığını gördü, fakat başına daha büyük bir bela gelmesinden korkarak acısını içine gömdü.
Çocuk büyüdü, şimdi annesini arıyor.
Anne de yavrusunu bağrına basmak istiyor, bunca hasretten sonra.
Anne ve çocuk birbirlerine doğru yol alıyorlar. Kısa zaman sonra “vuslat bayramı”na tanık olacak Anadolu yurdu. Bu bayram şahane olacak!
Ergenekon ( ve onun her türlü yapılanması ), bu vuslata tahammül edemeyen sahte ve üvey anaların, ebedi mahrumiyet üzerine yemin etmiş, yerli olmayan ve hiçbir zaman analık duygusunu tadamamış yeryüzü kısırlarının kurmuş oldukları kanlı öç örgütünün adıdır.
19. Yüzyılın sonunda, Siyonizm’in kurucusu Teodor Herzl, Sultan II. Abdülhamit’in huzuruna gelerek Filistin topraklarını satın almak istediğini söyler. ( II. Abdülhamit’in mektuplarında ve Herzl’in hatıralarında bu olay anlatılır. ) Abdülhamit vermez, ama Yahudilerin o topraklarda bir devlet kuracaklarını da söyler. “Çünkü” der, “ bu insanlar davalarında çok ısrar ediyorlar!”
Nitekim öyle de olur, 1948’de İsrail kurulur.
İsrail’in kuruluşu, Osmanlı’nın yıkılışından sonradır. Bu, ibretli bir durum değil midir? “Anadolu” çocuğu o gün bugündür yetim, öksüz ve köksüz kalmıştır.
Şimdi bu çocuğa, Anadolu insanı sahip çıkıyor. Otuz üç yıl Osmanlı’yı ayakta tutmayı başaran II. Abdülhamit, her şeyi görmesine ve yapmasına rağmen kaderin önüne geçemedi. Eğitimden sağlığa, ulaşımdan askeriyeye çok önemli atılımlar yaptı fakat kader hükmünü icra etti ve olanlar oldu.
Aynı kader bu sefer farklı biçimde tecelli ediyor. Hiçbir cemaat kaygısı taşımadan söylüyorum; dünyanın en ücra köşesine kadar giden şu gönüllüler var ya; bu feragat, bu sabır, bu aşk, sebat, azim ve idealin önünde durabilecek dünyada bir güç olduğunu bilmiyorum. Kaldı ki bu gönüllüler, uyanan bu toprakların sadece öncüleri konumunda, asıl güç, bu coğrafyada ellerini hakikate perçinlemiş bekliyor. Bu oluşum, yılların çilesinin elmas olarak ortaya çıkışıdır. Artık bu elması tekrar kömüre dönüştürebilecek bir düzenek yoktur.
Yıllar yılı, ellerinde viski kadehleri, dillerinde nâmahrem cümlelerle insanımıza hâkim olmaya çalışan “monşer artıkları” artık hiçbir şey üretemiyorlar. Zaten kökleri bereketsizdi, hiçbir şey üretemiyorlardı, ama Anadolu insanı da yaralıydı, ayağa kalkamıyordu.
Okuyan, üreten, dünyayı algılayan, olaylara anlam veren, fikirlere açık ve hiçbir fikirden korkmayan; sonsuzluk nağmelerini içinde besteleyen ve bestesine de sahne bulan bir nesil işbaşındadır. “Andıçlar, Şubatlar, Nisanlar, Mayıslar, Ergenekonlar, İrtica Eylem Planları…” yıldırmıyor onları. Kaderin cilvesine herkes boyun bükmek zorundadır.
Atalarımız ne güzel söylemiş: “ Zulm ile âbad olanın akıbeti berbat olur.” diye. Zulüm, bumerang gibidir; tetiği çekersiniz, sonra sizi vurur.
17 Haziran 1950, on sekiz yıl Anadolu coğrafyasında minarelerden ezanın susturulmasının sonudur. Bu millet tam on sekiz yıl “Allahu Ekber” nidalarından mahrum bırakıldı. Neden? İçi kan ağladı, fakat “Anadolu” adındaki çocuk ölmesin diye sustu.
“Her ne şekil ve surette olursa olsun, memleket dâhilinde dinî neşriyat (yayın) yapılarak dinî bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dinî bir zihniyet fideliği yaratılmasına taraftar değiliz.” diye resmen okullara ve her kuruma talimatlar gönderildi. Neden?
Romancı Ayşe Kulin’e, Yeni Şafak’tan Mehmet Gündem soruyor: “Çağdaşlıktan ne anlıyorsunuz?” Cevap:
“Gençleri, dinin gölgesinden kurtarmak!”
Birileri mağaraya girerek güneşin ışığından mahrum yaşayabilir, fakat güneşin doğuşuna ve ışığına engel olmak kimin haddine?
Adamın biri sokak ortasında bayılmış. Burnuna kolonya tutmuşlar, daha çok komaya girmiş. Onu tanıyan biri, kenarda duran köpek pisliğini adamın burnuna dayamış; adam yavaş yavaş kendine gelmiş. Hayretler içinde kalan kalabalığa adam: “ Bu adam debbağ (deri temizleyicisi), burnu pislik kokusuna alışmış; kolonya kokusu bunu öldürür.” demiş.
Güneş aynı güneş, ama pisliğe vurunca berbat, gülyağına vurunca da mis gibi kokutuyor.
“Anadolu” adındaki çocuk artık anasız değil; üstelik babası da uzun ayrılıktan sonra evine dönmek üzere.
YAZIYA YORUM KAT