Ankaranın duvarları çatladı mı?
Türkiye Cumhuriyeti Millet Hâkimiyeti üzerine inşa edilmiştir. Cumhuriyetimizin kurucusu başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, bütün dava arkadaşları o kutlu günlerde Hakimiyet kayıtsız şartsız Milletindir ilkesi etrafında buluşmuşlar ve bu Devletin temel felsefesini ortaya koymuşlardı.
Atatürkün vefatından kısa bir süre sonra bir takım egemen çevreler, Atatürkü de ciddi anlamda istismar ederek kendilerini millet üstü varlıklar olarak görme gibi bir hastalığa yakalandılar. Ankara parkını kısa zamanda ele geçiren bu çevreler, o gün bugündür Türk toplumunu adeta koruyanlar ve korkulanlar şeklinde parçalara ayırtarak Atatürk yanlısı ve Atatürk karşıtı guruplar inşa etmek için sistemli çalışmalar yaptılar.
Ankaranın bu zaafı ve yanlış stratejisi, Cumhuriyet düşmanlarına cesaret verdi ve geçen uzun yıllar içerisinde olup bitenler toplumU arzu edilmeyen kamplaşmalara ve zıtlaşmalara taşıdı. Birileri Ankara parkını elinde tutabilmek için Ankaranın etrafını kalın duvarlarla örerken, başka birileri de Ankaranın surlarını delmek için sürekli olarak kendisini görevli olarak gördüler ve kendi dünyalarını da bu şekilde adlandırdılar.
Ankara parkını bir şekilde ele geçirenlerin oluşturdukları statükocu yapı, sonraki süreçlerde Ankara parkıyla da yetinmeyip veya Anadoludan gelişen dip dalgalarını savuşturabilmek için kendilerine has statükocu anlayışlarını toplumun bütün kesimlerini de içine alacak şekillerde genişletme sevdasına düştüler.
1950 yılına gelindiğinde Ankaraya hakim olan çevreler yapmış oldukları testler sonucu, milleti kendilerine yakın hale getirdiklerine inanarak demokrasi oyununu oynamanın zamanı geldiğini düşündüler ve çok partili parlamenter demokrasiye geçmeye karar verdiler. Yapılan ilk seçimlerin neticesine kendileri lehine banko bakan bu çevreler, seçimler sonrasında sandıktan DPnin ezici bir çoğunlukla çıkması karşısında şoka girdiler. Aynı çevreler bu defa, suni olarak düşman çevreler ve uydurma korkular üreterek Anadolu dalgasına karşı direnmeye çalıştılar. Bu direnme karşı tepkilerin gelişmesine zemin hazırlarken, bu defa da bu ikilem üzerinde Cumhuriyet düşmanlarına fırsat doğmuş oluyordu.
Ankarayı ellerinden kaçırmak istemeyen zevatın hezeyanları ve yanlış stratejileri ve bunlara karşı gelişen dip dalgalarını arkasına almayı başaran bazı çevrelerin karşılıklı mücadeleleri, Devlet ve Millet birlikteliğine ciddi anlamda zarar verir hale geliyordu. Bu süreçte yapılan müdahaleler ve uygulanan denge politikaları ne yazık ki zıtlaşmaların ve saflaşmalarının önüne geçmeye çare olamayacak kadar cılız kalıyordu. Çünkü her müdahale edildiğinde, müdahale edenler yeterli hazırlıkla gelmedikleri veya Anadolu insanının iklimiyle buluşamadıkları için daha sonraki yıllarda sorgulanır hale gelebiliyordu.
Dünyanın diğer ülkeleri feza çağına adım atarken, biz bu kısır çekişmeler içerisinde dünyanın yaşamakta olduğu bahar havasından çok uzaklarda adeta kışı yaşıyorduk. Ülke yıllar kaybediyor, insanımızın büyük bir ekseriyeti içine itildiği sefaletin sarhoşluğu altında olup bitenlere akıl erdiremez durumdaydı. Bu hengâmede başka birileri de ülkenin alın terini sömürerek istifçilik yapmayı hızla sürdürüyordu. Bu kapkaç döneminde palazlanan çevreler, Anadolu insanından tamamen kopuk yaşarken, Ankara ile de görünür bir dostluğun çok ötelerinde, küresel merkezlerle kol kola gezinebiliyorlardı.
Şimdi vardığımız bu son durakta karşımıza çıkan tabloya baktığımız zaman, bu anlamsız zıtlaşmaların bizi hangi sıkıntılı durumlara taşıdığını içimiz burkularak ibretle görebiliyoruz. Bunca olumsuzluklara ve bunca tecrübelere rağmen halen bu anlamsız kavgayı sürdürmek isteyen çevrelerin varlığını gördükçe de, bugünlerden ziyade gelecek adına derin ve kahredici kaygılar yaşıyoruz.
Şimdi gelmiş olduğumuz son noktada, Ankaranın duvarlarının çatladığını söyleyenler var. Bu çok tehlikeli bir bakış açısıdır. Ankaranın duvarları kim, çatlatanlar kim sorularını sorduğumuz zaman, tarafları hangi adlarla adlandıracağımızı da pek bilemiyoruz. Anadoluda gelişen dip dalgasını kendi siyasi enerjilerine dönüştürenler ve arkalarındaki küresel güçlerin beklentileri kadar, Ankara parkını korumanın rejimi korumak olduğu iddiasında olanların ileriki safhalardaki yeni hamleleri, gelecekte acaba nasıl olur şeklinde düşündüğümüzde, ne yazık ki bizim iyimser yorumlar yapmamıza izin vermiyor.
Türk milletinin en son cephanesi ve göz bebeği olan Kahraman Ordumuz bu zıtlaşmalar döneminde siyasetin içine çekilerek veya öyle gösterilerek kasıtlı bir şekilde yıpratılmaya da çalışıldı ve çalışılıyor. Ordu millet olarak tarihin kayıtlarına geçen milletimiz şimdi de Ordusuyla karşı karşıya getirilmeye çalışılıyor. Türk düşmanı çevreler bu tezgâhları kurarken sözüm ona bazı çevreler de adeta bunların değirmenlerine su taşıma gafletini yaşıyor.
Türkiye bu badireleri mutlaka bir şekilde aşmalıdır diyoruz. Bu son seçimleri 1950de yapılan seçimlerin bir benzeri şeklinde gördüğümü itiraf etmeliyim. Her iki seçimin en önemli ortak özelliği, tarafların milleti test etmiş olmasıdır. Her iki testin sonrasında ortaya çıkan en önemli ve anlamlı netice bana göre şudur. Bu millet mukaddesleriyle alay edilmesinden, işine fazla karışılmasından hoşlanmıyor. Ben bu milletin bir evladı olarak bu noktalarda milletimle bir defa daha iftihar ediyorum. Ancak; tarafların siyaset dili, kullandıkları argümanlar, işin sonunda ortaya çıkan ve millete zorla çizdirilen fotoğraftan hoşnut olmadığımın da altını çizmek isterim.
Mensubu olmaktan onur ve şeref duyduğum, musalla taşına gidinceye kadar da yanında olacağıma yemin içtiğim Türk milleti ve onun devletine esenlikler dilerken, aziz okuyucularımın uyanık olmalarını, perdenin her ikisinin de arka taraflarını iyi görmelerini arzuluyorum.
YAZIYA YORUM KAT