ANLATTIĞIM SENİN HİKÂYENDİR
Başkalarının hikâyelerini dinlemeyi pek severiz. Hele hele bu hikâyeler somutlaşıp beyazperdeye ve ekrana yansıyınca, onları seyrederken keyfimiz içimizde dalga dalga yayılır. O hikâyeler bize kapı olur, biz oradan yeni dünyalara açılırız. Adeta macera ormanında kendimize bir yer edinir, ormandan bir âlemi sinsi sinsi seyrederiz. Aslında bu âlem, içimizdeki âlemden birer parça değil mi? Yoksa niçin dinleyelim veya seyredelim ki?
Hayat, fikir ve eylem meydanıdır. Kimin fikirleri, yolun üzerinde bir örümcek ağı gibi gerilmişse, uçma eylemini gerçekleştiren sineklerin bu ağa takılmamaları düşünülemez. Kendi hayatlarını eylemli kılamayanların, başkalarının hareketli hayatlarını izlemeleri ve dinlemeleri garipsenmemelidir. Toplumun büyük bir çoğunluğu edilgen yaşama mahkûmdur: Aile hayatını kurup evini döşemesinden, sokağının düzenine; eğitim sisteminden, politik tercihlerine kadar etkin merkezlerin etkisinde hareket etmektedir. Kendisi üretemeyip, iç dinamiklerini kaybeden kişi veya toplumlar, artık başkalarının hikâyelerini dinlemeye veya izlemeye koyulmaktan başka çıkar yolları yoktur.
Durağanlaşarak kirlenen kendi içini, başkasının, kendine uymayan kanı ile temizlemeye çalışıyor. Fikirsel ve zihinsel kan uyuşmazlığı, sadece bireyi öldürmüyor, nesillerin ölümüne de sebep oluyor.
Hâlbuki hayatın ve hayatımızın gerçeği içimizdedir. Sevgiler orda barındığı gibi, nefretler de orada boy atar. İçimize dönemeyişimizin çeşitli sebepleri vardır: İçimizin anahtarı bizde yoktur (iman), içimize açılan yolun kapısında kin ve nefret aslanı yatmaktadır. Veya içimiz, içi boşaltılmış bir marka gibidir; kendi medeniyet kavramlarından uzaktır. Her halükârda, içinin sonsuzluğuna çıkan kapının kapalılığıdır ki, insanı dışa itmektedir, dışa yani yabancıya. İşte o zaman, yabancının hayat hikâyesi, bizi çok yakından ilgilendirmekte ve kuşatmaktadır. Şeytan işte bu yabancılaşmanın somut adıdır. Kendi içine yolculuk yapacakken, başkasının hikâyesine kanıp dışa düşen, yabancılaşan ve yabancılaştıkça da sürekli saldırganlaşan bir sembol isim.
Birkaç yıl önce, Almanya’da bir otomobil fabrikasını dolaşırken, bir Türk işçisinin bana: “Yirmi beş senedir hep aynı cıvatayı sıkmakla hayatımı geçirdim!” deyişini, içim yanarak dinlemiştim! Bir de tüm yaşamlarını, başkalarının hayatlarını dinleyerek, izleyerek ve anlatarak geçirenleri çok ama çok acımaktayım. Edilgenliğin fıtri sapkınlığının adı uygarlık olup çıkmış karşımıza. Eskiden kralların bir veya birkaç dalkavukları olurdu; şimdi dalkavuklar o kadar çok ki, sistem bunu yetiştirmezse ayakta durma şansını kaybeder.
Bütün bunlar, içi boşalan ailelerin hazin görüntüleri. Anne “A” dizisinin, baba “B” dizisinin kurbanı olunca, çocuk da anne babanın kurbanı oluyor; o da yabancılaşıyor, kendinden kaçıyor ve bir yabancı sitede savaşarak kendine yer edinmeye çalışıyor.
Aslında hayat o kadar kolay, o kadar tatlı ki, içimizde, ona açılan kapının kilidine aşk anahtarını bulduktan sonra. Biliyor musunuz, aşk dosta gönül açar, yabancıya değil. Sabah yeli goncayı güle çevirir, kütüğü değil; kütüğü ancak balta açar. Yabana düşenin kütükten ne farkı vardır?
Sen kendi hikâyene, yani içine dön. Sevgili ile göz göze geldiğin anları düşün. Bütün bir âlemi içine koyduktan sonra, içinde daha sonsuz boşlukta yer kaldığı zamanları hâyâl et. İçinin aynasında tüm varlığı seyret; seyret ki, kendi hikâyenden başka koşacağın hikâye bulamayasın. Kendi hikâyeniz kendinize yetmiyorsa, hayata aç kalmışsınız demektir. Hayata aç kalanların başkalarının artıklarını yemekten başka tercihleri var mıdır? Başkalarının artıklarını, yani uygarlıklarını!
YAZIYA YORUM KAT