BOSNA’DAN SEVGİLERLE VE HÜZÜNLE
Ramazanın son günlerini ve Ramazan Bayramı’nı Bosna Hersek’te geçirmek üzere Sarajevo’ya geldim.
İyi ki gelmişim.
Osmanlı zevkini tatmak buna denir:
Sarajevo’nun merkezine yani Başçarşı’ya çıkıyoruz. Aman Allah’ım, farklı bir medeniyetin, farklı bir kültürün içine adeta doğuyorsunuz. Sebilleri, camileri, ahşap dükkânları, hanları, güvercinleriyle size bir tarih sunuyor. Bu tarih Osmanlı zevk tarihi; Osmanlı zevkini iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Nereye baksan Osmanlı ruhu adeta oradan fışkırıyor ve sizin ruhunuzu tarihe ışınlıyor.
Aliya İzzetbegoviç’in mezarına gitmek için sabırsızlanıyorum. Aliya ile canlı bir şekilde görüşebileceğimi adeta hissediyorum. Başçarşı’nın hemen yukarı kısmına doğru çıkıyoruz, karşımızda şehitler mezarlığı! Sırp savaşında şehit düşen gencecik insanlar adeta çiçek açmış burada. Yüzlerce şehidin arasında Aliya’nın mezarı bir hilal şeklinde düşünülmüş.
Kabri başında düşüncelere daldım:
“Bir hilal uğruna ya Rab ne güneşler batıyor.” dediği gibi Akif’in, bir millet uğruna ne çilelere göğüs germiş Aliya! Sade, toprakla bütünleşmiş bir kabir. Gelenler Kur’an okuyor, dua ediyor. Esas duruşa geçenleri hiç görmedim, Müslümanca herkes sadece dua ediyor, derin düşüncelere dalıyor.
Ben Aliya’nın adını ilk kez 1985 yılında duymuştum. “Doğu Batı Arasında İslam” adındaki kitabı o zaman çıkmıştı. Kitabı okuduğumda, batıda böyle bir insanın çıkabileceğine inanamamıştım. Bu denli İslam Medeniyeti’ne vukufiyet gözümü kamaştırmıştı. Sırp savaşındaysa Fransa’da bulunuyordum ve oradan sivil toplum aracılığıyla Bosna’ya yardımlar gönderiyorduk. Aliya’yı daha yakından tanıma fırsatını buldum. Bosna halkının üzerine doğmuş bir yıldız gibiydi.
Kabirden ayrılarak tekrar çarşıya geldik.
Yürürken bir caminin önünde kendimizi bulduk. Caminin adı “Gazi Hüsrev Begova Camii.” Kanuni dönemine ait bir cami, 1530 yılında inşa edilmiş.
Caminin içi ve dışı kadınlı erkekli dolmuş. Müthiş bir manevi havayla karşılaşıyorsunuz. Bahçesine kadar taşmış olan cemaatin ellerinde Kur’an-ı Kerim, her Müslüman, camide okunan Hatmi Şerif’i takip ediyor.
Camiden içeri süzülüyoruz adeta. Yine taşkın bir cemaat, herkesin elinde Kur’an.
Mihrabın olduğu yere bakıyorum, sayıca tam on kişi, başlarında sarık, üzerlerinde siyah cübbelerle oturuyorlar. Aralarından biri bir yaprak Kur’an okuyor, sora diğeri, derken bir cüzü on kişi okumuş oluyor.
Dikkatimi çeken başka bir nokta; her okuyucunun hafız olması elbette kaçınılmaz da, her birinin uzun boylu olması ilginç geliyor bana. Bir doksandan aşağı değil her bir hafız. Burada hafız olmayanlar imam olamıyormuş. İmamlar da gençlerden oluşuyor ve seçkin kişilermiş.
Osmanlıyı hatırladım. Selatin camilerinde imam olabilmek için bazı şartlar koymuş Osmanlı. Bunlardan birkaçı, uzun boylu, yakışıklı, hafız ve ilim sahibi, evli, sesi güzel… gibi bazı özellikler aramış imam olacaklarda. Çünkü imamlar toplumun önderleri ve örnekleri durumunda. Bu nedenle bir imamın topluma örnek olması gerekir.
Caminin içinde düşüncelere daldım: Medeniyetimizden neleri kaybettiğimizi düşündüm. “Modern çağ” dedikleri canavarın içine nasıl atıldığımızı, tıpkı Roma gladyatörlerine ve aslanlara parçalattırılan insanları hayal ettim ve kendimi bir an onların durumunda hissettim. Ruhumu kalıba dökebilecek yer bulamadım, bize sunulan modernitenin içinde.
Fakat Gazi Hüsrev Camii’nin içinde asırları soludum. Medeniyetimin nefesini içime çektim. Ruhum, yaratılış gerçeğiyle buluşarak özgürlüğün burçlarında ezan okudu.
Gazi Hüsrev Camii’nde bir ümmet Allahu Ekber diyerek secdeye kapandık, kardeşler olarak.
Sırp savaşı elbette çok büyük bir soykırımdı; ama bir faydasının da olduğu bir gerçek: Bosnalı Müslümanları asli kimlikleriyle buluşturmuş. Bundan büyük kazanım ve zenginlik mi olur?
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci
YAZIYA YORUM KAT