BU SEÇİM “SOFİ’NİN SEÇİMİ”NE BENZEMİYOR!
İyi bir sinema izleyicisi değilim. Film seyretmek yerine, roman okumayı tercih ederim. Çünkü sinemada zihnime dayatılan görüntüler beni etkisi altına alırken, roman daha özgür geliyor bana; orda zihnim, mekânları kendisi üretiyor.
Ben şimdi sizlere “Sofi’nin Seçimi” isimli dramatik bir filmi çok ama çok kısa olarak özetleyecek ve arkasından da bu topraklarda yaşanan bir gerçeği gözlerinizin önüne sermeye çalışacağım. Yüreğiniz elveriyorsa okumaya hazır olun:
“Sofi’nin Seçimi” filmi, Başrolünü Meryl Streep’in oynadığı bir Amerikan filmi. Sophie Zawistowska isimli bir kadının hayatını anlatan bir film.
İkinci Dünya Savaşı sırasındaki, Yahudi bir kadın ve iki çocuğunu temel olarak konu ediniyor.
Nazilerden kaçmak için, varlarını yoklarını satarak sahte belgeler düzenleten Sophie, “Büyük Kaçış”a az bir zaman kala, üç yerine iki kişilik belge hazırlanabildiğini öğrenir. Hemen ilk tepki olarak çocuklarını gönderip kendisi kalmak ister; ancak belgelerinden birinde yetişkin bir kadın vardır ve Sophie bir çocuğunu kurtarmak ve ötekini ölüme terk etmek durumunda kalır.
Nitekim söz konusu seçimi bir anne, iki çocuğu arasında yapacaktır!
Öbür türlü, iki çocuğu da öldürülecek olan anne, bir çocuğunun ölümünü kendisi seçiyor! Bir anne, iki kızından birini kendi elleriyle ölüme göndermeye mahküm ediliyor!
Daha sonraki hayatında, seçtiği çocukla yürürken, yaşarken asla susturamayacağı bir çığlık yapışıyor ruhuna! Ne seçtiği kızıyla mutlu yaşayabiliyor, ne de huzurludur artık.
İkilem içinde bir hayatı daha fazla kaldıramıyor ve son tercihini yapıyor: İntihar!
Hitler, Yahudilere büyük zulümler yapmıştır. Onları fırınlarda yakmış, gaz odalarında boğmuş, sürgün etmiştir. Bu insanlık dışı olayların sergilendiği mekânları ben de Almanya’nın çeşitli yerlerinde bizzat gördüm. Halen çığlıklar duyuyorsunuz o mekânlardan.
Bütün bunlara rağmen Yahudilerin de durumu çok abartarak dünyaya sunduklarını, hatta “durumdan vazife” çıkartarak yirminci yüzyılın son yarısını bildikleri gibi yoğurduklarını düşünüyorum. Hitler belası, sanki onları dünyaya musallat eden bir kamçı olmuştur.
“Sofi’nin Seçimi” evet, çok dramatik bir film. Gerçek hayatla da ilintili olduğu düşünülebilir.
Ancak – ve ne yazık ki- bizim yakın tarihimizde, ülkemizde buna benzer, belki de bundan daha dramatik olaylar cereyan etmiştir, maalesef! Keşke olmasaydı, ama varsa da ne yapabilirsiniz ki, kendi tarihinizle yüzleşmek zorundasınız, içiniz kan ağlasa da.
Geçmiş dönemlerde gazeteci Neşe Düzel’le, yakın çağ tarihi profesörü Mete Tunçay’ın üç gün üst üste yayınlanan çok ilginç bir röportajından sadece bir paragrafı bilgilerinize sunuyorum:
“İstiklal Mahkemeleri’nin, İskilipli Atıf Hoca örneğinde olduğu gibi “zulüm” denebilecek icraatları var. Hoca “Frenk Mukallitliği ve Şapka” isimli bir kitap yazıyor ve bir sene sonra şapka devrimi yapılıyor. Adamı bir sene önceki kitabından ötürü asıyorlar.” [Konu ile ilgili enteresan bir olayı da Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam adlı kitabında anlatır].
Mete Tunçay bir olaya değinir ki, işte bu “Sofi’nin Seçimi”nden beterdir. Yürek burkar, baş döndürür; insanlığı tuz buz eder. Tunçay’ın anlattıklarını okuyun ve karar verin. Bu milletin kara bağrında ne dramların yattığına şahit olun. Milletimiz, Yahudiler gibi vaveylayı koparmamış ve yaşadıklarını içine gömmüştür. Okuyalım:
“Bir adamın iki çocuğu asker kaçaklığından yargılanıyor. İstiklal Mahkemesi, adama, ‘Oğullarından birini idam edeceğiz, birini de askere göndereceğiz. Hangisini asalım, SEÇ!’ diyor. Adamın bayıldığı anlatılıyor.”
Babaya karpuz seçmesi mi, koyun vb. seçmesi mi söyleniyor? Ne hukuk var, ne vicdan kalmış! Asacaksanız, yargılayıp siz asın; babaya bu tercihi yaptırmak zulmün katmerlisidir.
Bu olay, Wilhelm Tell’e, çocuğunun başına elma konarak, onu okla delmesinin söylenmesinden daha vahim değil midir? Bu nasıl bir “seçim”dir Allah aşkına? Anadolu’nun bağrında yaşanmış öyle olaylar vardır ki, bunların romanının yazılması, filmlerinin çevrilmesi zamanı gelmedi mi?
Bunları yazarken, bazı gafil insanlar sanıyor ki, böyle düşünüp yazan insanlar olumsuz yargıların mahkümü olmuşlar. Hayır!
İçimizdeki ufunet kulları, habis urlar yok olsun ve vatan ve milletimiz refaha kavuşsun, rahat bir nefes alsın, diye yazıyoruz bunları.
Yahu biz dünyayı altı yüz yıl hayal âleminde mi yönettik? Atalarımızın asaletini, vakarını, adaletini ve insana verdikleri değeri ne çabuk unuttuk? Unutmak zorundaydık; çünkü geçmişimizi okuyamıyor, yazamıyorduk!
Unutturulduk dostlar ve hafızasız “mankurt”laştırılarak geçmişine düşman nesiller olduk. Gelen vuruyor, giden vuruyor; içten ve dıştan!
Çocukluğumun geçtiği köyümdeki evimin bahçesini, Avrupa’nın tümüne değişmem. Vatan, çocukluğumun içinde nefes alıp verdiği, ruhumu kalıba dökebildiğim yerin adıdır, bana göre.
Divan şairi Nedim ne güzel dile getiriyor:
“Bu şehr-istanbul ki bi mislü bahadır,
Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır.”
[Bu İstanbul şehrinin değerde bir benzeri yoktur.
Bir taşına tüm İran mülkü feda olsun.]
D.Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter@DAliTasci
YAZIYA YORUM KAT