BÜLBÜLLER KONSUN DUDAKLARINIZA!
Geçen gün, birkaç arkadaş ziyaret maksadıyla ortak bir arkadaşımızın evine gittik. Bizi
karşılayanlar arasında evin üç dört yaşındaki çocuğu da vardı.
Oturmadan önce ben çocukla hayli ilgilendim; adını sordum, çok güzel olduğunu söyledim, sevdiği yemeklerin adlarını saydırdım, arkadaşlarından söz ettirdim ve okşayarak ondan ayrıldım.
Salona gelip koltuklara oturunca, beraber geldiğimiz arkadaşlara, evin çocuğunun yanıma geleceğini ve benden ayrılmak istemeyeceğini, söyledim. Onlar bu sözüme pek bir anlam veremediler, ama çocuk birkaç dakika sonra yanıma gelerek koltuğun kenarına yerleşti ve benden ilgi bekledi; ben de ondan esirgemedim. Uzun zaman da benden ayrılmadı.
Bunu niçin anlattım?
Hayvanların, hatta bitkilerin ilgi ve sevgiye karşı nasıl duyarlı olduklarını zaman zaman okuyoruz, bu tür olaylara tanıklık da yapıyoruz.
Hangimiz, gülümseyen bir yüze karşı kayıtsız kalabilmişiz ki?
Günlük yaşantımızda unuttuğumuz veya askıya aldığımız bazı değerler var ve bizler bunları pek de önemsemiyoruz.
Gülümsemeyi unuttuk, mesela. “Ağır ol, molla desinler!” tavrını ciddiyet sanarak öyle hareket ettik. Sonunda ne oldu? Bizi alkışladılar, ama sevmediler. Biliyor musunuz, tarihte birçok insan alkışlarla boğulmuştur.
Alkışlayan ellerden kalbe varabilen bir yol yoktur; fakat tebessümden kalbe uzanan derin dehlizler vardır.
Bırakalım mutluluğunuzu, felaketinize gözyaşı dökebilecek kaç insan tanıyorsunuz? Dostun bakışından sevgi lazerleri fışkırır ve muhatabının yüzünde mutluluk izleri bırakır. Tebessüm, ruhun derinliklerinde nebevi izler bıraktığı için fıtri ve kutsal.
Şunu da kendimize sormamız gerekiyor:
Kaç insanın ruhunu sarsacak, kalbini yerinden hoplatacak davranış sergilemişiz?
Bizim için akan gözyaşları, başkalarına borç olarak vermiş olduğumuz sevginin ve iyi davranışın karşılığı değil midir? Böyle bir alacağımız yoksa sevgi yoksulu olarak yaşamaya katlanacağız demektir. İşte mutsuzluk, huzursuzluk bunun bedelidir.
Yeryüzünde bir sevgiliniz yoksa işte o zaman yetim kaldınız.
Sevgili, tene düşkün olan değil, cana can katandır.
Nefisleri için paralarını harcayanlar, ruhunuz için neyinizi harcadınız?
Bugünün uygarlıkları nefs imparatorluğundan oluşmuştur. Ruh medeniyetimiz için hangi çabayı sarf ettik?
Çocuk baygın gözleriyle hep gözümün içine baktı; çünkü benden tatlı sözler, hoş bakışlar ve ilgi bekliyordu.
Allah aşkına hepimiz birer çocuk gibi değil miyiz?
Karı, kocasından, evlat ebeveyninden; öğrenci öğretmeninden, memur amirinden, işçi patronundan, halk yöneticisinden sadece ilgi bekliyor, sevgi, merhamet bekliyor.
Halkını sevmeyen, onları küçük gören hangi oluşum ağız tadıyla iktidar olabilmiştir?
Evet, sevgi vermek zorların zoru bir iştir. İçinde cehennem kaynayan bir kanlı kalpten sevgi fışkırmaz ki! Olmayan neyini versin?
Çocuklarımız evde vurgun yedi, öğrencilerimiz okulda kişilik kazanamadılar (ki eğitim, kişilik kazandırmaktır.), işçimiz patronun nefs putunun altında ezildi, halkımız yöneticilerine kul olmayı marifet saydı(rıldı).
Derdim eleştiri değildir. Fakat bir gün sormayacak mıyız kendimize, biz kimiz diye?
Hayatı gırgır olan, kahkahayı yurt edinenlerin dünyalarına bir bakınız, güneşi görebiliyorlar mı?
Charlie Chaplin’in (Şarlo) – dünyaca ünlü bir komedyen- bir sözünü hatırlıyorum:
“Yetmiş yıl insanları güldürdüm, ama bir kerecik olsun ben gülemedim!” diye.
Kahkaha, sığ denizin sahildeki hışırtısı gibidir; derinliği yoktur; fakat tebessüm okyanuslara benzer; zamanı gelince dünyayı sarsabilir.
Tebessüm; gönül kovanında ruh arısının yapmış olduğu balı, yüz tabağında insanlara sunmaktır. Kahkaha ise, bal tabağında arıları boğmaktır.
Yüzlerinde tebessümden güller açtırmayanların ruh bahçeleri çoraktır. Bahçeniz yoksa kuşlar niçin ötüşsün dallarınızda?
Kimi seviyorsunuz bir daha düşünün, yüzü çiçek açanları mı?
Yüzünüz hep çiçek açsın, bülbüller konsun dudaklarınıza!
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci
YAZIYA YORUM KAT