CİNS CİNSİNİ ÇEKER
Bir bilge gördüklerini anlatıyor:
“ Çölde bir karga ile bir leyleği beraber gördüm. Bu duruma çok şaştım ve aralarındaki birlik, anlaşma nedir; bunu anlayayım diye hallerine dikkat ettim.
Şaşkın bir halde onlara yaklaştım. İkisinin de topal olduklarını gördüm.
Hele yurdu gökyüzü olan iri doğan kuşu ile yeryüzü harabeler kuşu olan yarasa nasıl dost olabilir?”
Her dönemin insan davranışlarını; dostluklarını, düşmanlıklarını özetleyen bir ince temsili bakış açısı bu durum.
Sizler de fark etmişsiniz; bir düğüne, bir davete gidersiniz; kısa zaman içerisinde insanlar öbek öbek ayrışırlar ve herkes kiminle dostluk kuracağını belirler. Cins, cinsini çeker. Varlıktaki hayvanlar bile kendi cinsleriyle beraber olurlar. Bitkilerde de durum farklı değildir; aynı toprakta filiz verebilenler bir aradadır.
Bu durum siyasi partilerde de farklı değildir. Adamın evini altından, sokağını gümüşten de yapsanız; ruhu barışmıyor, uyuşmuyorsa karşı tarafın siyasi partisiyle, zinhar ona oy vermez! Aslında bu durumu yadırgamamak gerekir; çünkü kan uyuşmazlığı varsa en yakınına bile kan veremiyorsun, o, hiç tanımadığı birisinden kan uyumu nedeniyle kan alabiliyor.
İnsanları beş duyularıyla değerlendirmek, tanımaya çalışmak eksik bir anlayıştır. Asıl onları ruh dünyalarıyla, inançlarıyla, kültürel kodlarıyla tanımak gerekir. Böyle tanındıkları zaman daha sağlam sonuç alınır. Ebu Leheb öz amcaydı, Bilal Habeşli bir köle; ama Ebu Leheb düşman safında, Bilal dost safında yer almıştı. Sevginin, dostluğun, kardeşliğin birinci derecede kan bağıyla ilgisi yoktur, inanç ve değer paylaşımıyla ilgisi vardır.
Karga ile leyleğin evlendiğini düşünelim! Aralarında bir ortak payda yoksa hayatı devam ettirebilirler mi?
Gençlere bakıyoruz; ruh şifrelerine göre değil de ( Bu şifreyi de tanıyamıyorlar zaten.) fiziki görünüşlerine göre hayatlarını birleştiriyorlar. Birkaç zaman sonra fiziki güzellik kanıksanıyor, törpüleniyor ve ortak payda sandıkları “güzellik- yakışıklılık” ortadan kalkıyor ve beraberlik de bitiyor. Bu durumun yaygınlaşması sonucunda gençler evlilikten korkmaya başlıyor ve “beraber yaşama” gündeme geliyor. “Nikâhsız beraberliği” yağlayıp ballayan “sanatçı” denilen güruh da bunun öncülüğünü yapınca, gençler hiç düşünmeden ateşin ortasına atlıyor.
Bu durum bir ruh erozyonudur. Genç kuşakların hayat karşısında aciz kalışlarını simgeler. Depresyon ve çatışma doğurur. “Eş cinayetleri” gündeme oturur. Bir kısır döngüdür hayatı kaplar.
“… Sesini alçalt; çünkü seslerin en çirkini, şüphesiz eşeklerin sesidir.” (Lokman Suresi, 19)
Mevlâna bu sureyi şöyle yorumlar:
“ Eşek iki zamanda anırır; biri acıktığında, biri de şehvete geldiğinde. “der.
Hayata eşek gözüyle bakanlarla feraset gözüyle bakanlar, asla aynı mekânı uzun süre paylaşamazlar; çünkü hayat ortak paydaları yoktur.
Eşek sesine sarılı bir dünyada, bu sese göre hayatı tanzim ederek yaşamaya çalışmak, fıtratına yabancılaşmayı getirir ki, bu da iki dünyanın felaketiyle sonuçlanır.
Güneş, güle vurunca gülyağı kokutur; pisliğe vurunca da iğrenç kokutur. Güneşin suçu ne?
Gül bahçesinde pisliğin yeri toprak altıdır, gülün tomurcuğu değil. Pislik hükmündeki insanlar tomurcuğa oturacağım diye çabalıyorsa, bilgeler onları toprağa, yani asıl yerlerine gömmeliler, yoksa yalnız burnumuzun direği değil, hayatımız sızlar!
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci
YAZIYA YORUM KAT