ERBAKAN, 20. ASRIN DESTANINI YAZAN ADAMDI
1970’li yılların başında bir akşam vakti, Pazar’ın (Rize) eski camisinin önüne iki siyah otomobil yanaştı. Otomobillerin içinden takım elbiseli, kravatlı adamlar çıkarak camiye girdiler.
Akşam namazı kılınmış ve cemaat henüz cami çevresini terk etmemişti. Herkes pürdikkat, şık giyimli, bürokrat görünümlü bu adamları merak etmişti.
“Kimdi bunlar? Takım elbiseli, kravatlı adamların camide ne işleri vardı? Bunlar acaba yabancı millete mensup birileri miydi?”
Halktan biri, topluluğun merakını giderdi:
“ Bu gelenler, Milli Nizam Partisi’nin kurucusu ve genel başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan ve arkadaşlarıdır! Erbakan, aynı zamanda makine profesörüdür.”
Herkesin ağzından şu ses yankılandı:
“ Nee?”
Sonra kesik cümleler dudaklardan dökülüverdi:
“ Parti başkanı mı? Ne işi var camide?”
“ Rey almak için camiyi kullanıyorlar.”
“ Arkadaşlar, ben duydum bu Erbakan ismini, her gittiği yerde namaz kılıyor.”
“ Nasıl yani?”
“ Mesela Pazar’da öğle namazı mı kıldı, Ardeşen’e geçince, orada bir daha öğle namazı kılıyor; gösteriş yani.”
Bunlara benzer birçok cümle ardı sıra dökülüverdi dudaklardan. Bütün bunları söyleyenler, akşam namazını yeni kılmış cami cemaatiydi. Hele bir cümle vardı ki, seksen yıllık tarihimizin adeta bir özeti gibiydi:
“ Bir makine profesörü hiç camiye girer de namaz kılar mı?”
Ben, lise bire giden bir öğrenci olarak bütün bunlara şahit olurken, koltuğumun altında Va-Nu’nun yazmış olduğu bir kitap taşıyordum: “Bu Dünyadan Nazım Geçti”
Yetmiş Bir Muhtırası’nda Milli Nizam Partisi kapatılıp daha sonra kurduğu Milli Selamet Partisi döneminde hepimiz Erbakan Hoca’nın talebeleri olmuştuk.
Evet, “Erbakan Üniversitesi”nin birer talebeleriydik. Tayyip Erdoğan’lar, Abdullah Gül’ler, Bülent Arınç’lar, Numan Kurtulmuş’lar ve daha niceleri, hepimiz aynı üniversitenin farklı bölümlerinin birer öğrencileriydik.
Bu üniversitenin fikir ve aksiyon bölümünün dekanı Necip Fazıl’dı. Sezai Karakoç medeniyet bölümünün dekanıydı. Cemil Meriç bölüm başkanıydı.
Yurt dışından da birçok hocalarımız vardı:
Başta Seyyid Kutub’tu. Kutub, sosyal hayatın derinliklerinde hakikat arayıcısıydı ve bizler ondan çok etkileniyorduk. Kardeşi Muhammed Kutub ise, psikolojik derinliğimize ayna tutuyordu. Ali Şeriati gençliğimizi, onurumuzu ayakta tutan, düşüncelerimizi hakikat ışığıyla bileyen hocamızdı. Mevdudi ve Said Havva’dan hukuk mücadelesi derslerini görüyorduk. Garaudy ise, Batı kürsüsünün başkanıydı. Daha nice hocalar.
Bu üniversitenin kurucu rektörü Necmettin Erbakan’dı.
Erbakan, farklı kültür havzaları içinde gelişen bu evrensel yapılanmayı, kendi milli (milliyetçi değil) varlığımız içinde eritmeyi ve yepyeni bir kimlik oluşturmayı başarmış bir büyük inkılâpçı, bir liderdir. Bu çok önemlidir ve geleceğin dünyasında yaşayanlar bunun önemini bizzat yaşayarak göreceklerdir.
Dünya emperyalizmine karşı direnmek, bunun için önce bilinçlenmek ve asla “terör”e başvurmadan “cihad” etmek, tüm insanlığın mutluluğu için çalışmak, bu uğurda siyaset üretmek, Hoca’nın asıl gayesiydi ve “Milli Görüş” bunun adıydı.
Sağlığında, sevenlerini asla sokağa dökmedi; ama ölümünde milyonlar meydanlara sığmadı. Tarihte eşine az rastlanır bir cenaze namazıyla tekbirler göklere yükseldi, milyonlar onun için iyi şahitlikte bulundular, gözyaşı döktüler. “Kanlı mı kansız mı olacak” söylemini kasten yanlış servis eden medyaya inat (Ki o konuşmasını ben bizzat izledim. Hoca, tırnak içinde, başkaları böyle diyor diye o cümleyi sarf etti.), kansız bir devrimin nasıl olduğunu ölüsüyle de gösterdi.
Eşi görülmemiş bir sindirme ve baskının adı olan 28 Şubat sonrası partisi kapatıldığı zaman, üstelik birinci parti ve yüzde 22 oy almışken, “ Bu olay, tarihin akışı içerisinde bir nokta kadar yere sahip değildir.” diyerek millete sükünet tavsiye etmiştir. Bunun ne anlama geldiğini herkes bir biçimde anlamaya başladı ki, seveni de sevmeyeni de onu anlayamadıklarını söylemekten kaçınmıyorlar.
O bir iman adamıydı. Mücahitti. “Mücahit Erbakan” nidalarıyla ebediyete uğurlanışı bir toplumsal mutabakattı. En büyük cihad olarak da insan yetiştirmek olduğunu çok iyi biliyordu.
Bir mümindi; her strateji ve hareketini, ahret izdüşümüne göre planlıyordu.
Gündüz mücahid, gece abiddi.
Tarih onun hakkında çok şey yazacak. 2011, 1 Mart Salı günü, İstanbul adeta mahşeri andırıyordu. Milyonlar onun için “iyi bilirdik” diyorlardı. Tabutundan gökyüzüne doğru iman nuru yükseliyordu.
Hoca bir destan adamdı. Büyük bir liderdi. 20. asrı sadece Türkiye’de değil, dünyada dönüştüren adamdı. İslam’ın bir varoluş, bir ebedi kimlik; siyasetle, sanat, ekonomi, edebiyatla; sosyal hayatla birebir ilişki olduğunu, unutulan bu ebedi kimliği o tekrar dünya Müslümanlarının gündemine taşıdı. Bu olguyu 20. asrın Müslümanları ondan öğrendiler.
Hoca, kaybolan ruhumuza ayna tutarak onu kuyudan çıkardı. Yusuf suretine bürünerek Mısır’a gitmek, artık fert fert hepimizin işi ve görevidir.
Ruhun şad olsun destan adam! Seni iyi biliyoruz!
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci
YAZIYA YORUM KAT