HÜZÜN DOLU BİR GÜZ YOLCULUĞU
Geçenlerde bir iş dolayısıyla memlekete (Rize-Pazar) gittim. Baba ocağına gidişim hep yaz mevsimine rastladığı için, sonbaharın ve kışın bölgedeki görüntüsünü uzun yıllar görmekten mahrumdum. Gönlüm hüzünle dolu olarak İstanbul’a öyle döndüm.
Göçü sadece Doğu ve Güneydoğu vermiyor, Karadeniz’in köyleri de kışın boşalıyor. Çocukluğumun cıvıl cıvıl akıp giden köyü nerede öyle? Çocukluk arkadaşlarım, mahallemizin büyükleri bir bir gözümün önünden geçip gitti; kimisi ölmüş, kimisi göçmüş.
Sonbahar hüznü yalnız içimi bürümedi, köyümün de üzerini adeta bir sis gibi kaplayan sonbahar hüznü gördüm ki, asıl beni sarsan da bu oldu.
Doğal oyuncaklarla büyüdüğümüz mekânlar adeta yok olmuş, ahşap evler betonarmeye dönmüş, ama içinde kimsecikler yok. Hüzünlü hüzünlü okunan türkülerin, ahşap pencerelerden sızan nağmeleri artık kimsenin gönlünü delemiyor.
Arazi kavgaları yapan büyükler aklıma geldi, şimdi bahçelerinde ins cin top oynuyor.
Dünya kavgalarının sonunun hüsran olduğunu görmek için göç vermiş, terkedilmiş köyleri görmek lazım.
Geçmişi hatırlamamak insanın elinde değil. Hele uzunca bir zaman yaşadığınız, çocukluğunuzun ve gençliğinizin geçtiği yerleri hatırlamamak adeta imkânsız.
Okuduğunuz okulun enkazı altında ezilmek ne kötü!
Taşımacılık sistemiyle terk edilen köy okulları harabeye dönmüş. Bizim, oralarda ne anılarımız vardı oysa!
Minik yüreğimizin sevdalıkları mı dersiniz, parasızlıktan on kuruşluk simidi iki kişi alarak bölüştüğümüz zamanları mı? Hangisini hatırladıysam, inanın ağladım!
Ben ilkokulu bu köyde bitirdim.
Beş yıl boyunca nerdeyse şehrin yüzünü görmeden hayatımızın en cevval dönemi burada geçti.
Bir Yirmi Üç Nisan bayramında, üç arkadaş okuldan kaçıp iki saatlik yolu yaya teperek şehre gidişimizi unutabilir miyim?
İlk defa sinemaya gidecektik.
Ne korkular çektik, ne korkular.
Filmdeki kavgaları, hüzünlü sahneleri hep gerçek sanarak ağladık.
Sonra da köye geri dönüşümüz, akşamın oluşu ve ailelerimizin bizi arayışları, azarlamaları!..
Bir yıl boyunca filmi, arkadaşlarımıza ballandıra ballandıra anlatışımız ve her anlatışta yeni şeyler ilave edişimiz!
Mazi içimde adeta can buldu, dirildi.
Doğrusu buna da ihtiyacım vardı.
İnsan, geleceği hayal ederek yaşar, ama kim diyebilir, geçmişin üzerine hayat bina edilmez diye?
Terk edilen evler adeta inliyor.
Eşikleri yosun bağlamış, pencerelerin camları kırılmış, sıvaları dökülmüş; içinde insan gezmediği için isyan eder hale gelmiş.
Hâlbuki bir zamanlar içlerinde neler yaşanmamış ki?
Büyüklerin anlattığı masallar, hikâyeler ses vermiyor!
Sessizliğin hüznü yürek parçalıyor!..
Rahmetli babamın yanık sesiyle okuduğu Kur’an şimdi duyulmuyor.
Yetim kalan sadece biz değil, asıl evler yetim kaldı.
Ne gülünüyor içinde, ne de kavga ediliyor.
Meğer gürültü patırtının da ayrı bir yeri varmış hayatımızda.
Ne kadar çok arzu ederdim, şimdi birileri çıkıp da avazı çıktığı kadar bağırsın burada.
Öksüz kalan sadece evler değil; bahçeler, tarlalar da öksüz.
Ağaçlar birbirine girmiş, dikenler sarmış her yanı.
Çocukluğumuzun demir elmaları nerde?
Serenderlerimizi elma, armut ve fındıkla doldururduk, şimdi hiçbiri yok.
Köyden aşağı inerken arabanın teybine mahalli bir sanatçının kasetini koyuyor kayınbirader, işte ipler orada kopuyor: ”Va moxeli siti varixelare.”
Lazca bir deyiş.
“Beni mutlu etmedin, sen de mutlu olmayasın.” diyor.
Diyor, ama demekle kalmıyor, bir ömrü ayağa kaldırıyor.
Kemençeler elimizde, mısır ekmeği ve minci heybemizde, dağlarda sabahladığımız geceler gelip de oturuyor yanı başımda.
Birlikte türküler söylediğimiz arkadaşlarımızın birçoğu şimdi yaşamıyor.
Ama geçmiş tüm canlılığıyla önümden geçiyor.
İşte kültür budur, isteseniz bile zihninizden silemediğiniz geçmişiniz, unutamadıklarınız.
Köyde yaşayan birkaç yaşlıyı ziyaret ettim.
Sıla-i rahim gerçekten çok önemli ve bereketli.
Ne kadar sevindiler, dualar ettiler.
Her gittiğim yerde geçmişi yâd ettik.
Kimi zaman güldük, kimi de buğulandı gözlerimiz.
Ömrün ne kadar kısa olduğundan söz ettik.
Ne var ki, aldanışlarımız kocaman.
Güz renginin tabiatı kucaklayışı gibi, yaşlılık da insanı öyle kuşatıyor.
Artık ömür ağacının yaprakları sararmış veya dökülmüş.
İstesen de bir daha geri gelmeyecek.
Ağaçlar gibi de değiliz, onlar çok bahar ve kış görürler de biz insanlar yalnız bir baharı yaşarız.
Siz inanmayın “ikinci bahar” sözlerine; hepsi bir kandırmaca, kendini avutma aslında.
Evet, sonbaharı yaşayan köyümün bir dirilişi olacak elbet.
Bahar gelince ağaçlar çiçek açacak, kuşlar cıvıldaşacak sabahları.
İnsanın ikinci baharı olmayacak mı?
Olmaz olur mu?
Ağaçlara, bitkilere can veren, onları yeniden dirilten Allah, en kıymetli varlık olan insanı nasıl diriltmez ve sonsuza çıkarmaz.
Ağaçların çiçek açması gibi, yarın ahirette öyle dirilecek ve cennet baharlarını ebediyen yaşayacağız.
Yoksa buna şüpheniz mi var?
Her şüphe, güz yapraklarına benzer, cansızdır ve dökülür; ama bahar gelince can getirir.
Burada şüphesi olanlar, yarının ahretinde her şeyi canlı olarak gördüklerinde üzülecekler.
Her kışın bir baharı var dostlar.
Hüzünle üzüntüyü karıştırmamak gerek.
Üzüntü kahır getirir, insanı çökertir; ama hüzün öyle değildir, o, diri kılar. Hüzün, mutlak diriliğe giderken, geçmişin hatıralarının insanı kuşatmasıdır; faniliğini hatırlamaktır.
Mutluluk, faniliğini hatırlamaktır, aslında.
Sonunda hüzün, insana mutluluk verir; çünkü meyvelerin toplandığı mevsime hazan denir.
YAZIYA YORUM KAT