İÇİMİZE YILAN MI KAÇTI?
Mevlâna, Mesnevi’sinde bir hikâye/ kıssa anlatır. Kısaca şöyle:
Bilge birisi, atına binmiş giderken, uyumakta olan bir adamın ağzına yılan kaçmakta olduğunu görür. Bilge, atından inerek, uyumakta olan adamın sırtına vurmaya başlar. Uykudan uyanan adam dehşete kapılır; sırtında parlayan sopanın tesiriyle!
Adam kaçmaya çalışır, ama Bilge kişi onu kovalar ve bir ağaç altında yakalar. Ağacın altına çürük elma dökülmüştü; Bilge, adama zorla çürük elma yedirir. Adam:
“ Beyim, ben sana ne yaptım, bana ne kastın var? Sana çattığım saat ne uğursuz saatmiş. Ne mutlu senin yüzünü görmeyene!” diye feryat eder. Söz söylerken de ağzından kan gelir.
Adam her an Bilge’ye lânet etmekteydi. Bilge ise, onu ovada koşturmakla meşguldü.
Sonunda adam, iyi kötü yediklerini kustu. Bu kusma esnasında yılan da içinden dışarı çıktı. Adam o yılanı görünce, biraz önce lânet okuduğu Bilge ‘ye secde etmeye başladı. O kapkara çirkin yılanı görünce bütün dertlerini unutuverdi. Bilge’ye dedi ki:
“ Sen bir rahmet Cebrail’isin ya da Allah’ın velinimetisin. Ne kutlu saatmiş ki beni gördün. Ölüydüm, bana yeni bir can bağışladın. Sen, beni analar gibi aramaktayken, ben eşekler gibi senden kaçıyordum. Ben sana çok kötü şeyler söyledim; fakat efendim, padişahlar padişahı sultanım, onları ben söylemedim; bilgisizliğim söyledi. Fakat sükût ederek kızgın göründün. Ta başından beri söyleseydin başıma geleni, sana kötü sözler söylemezdim.”
Bilge adam: “ Eğer ben bunu biraz çıtlatsaydım derhal yüreğin su kesilir, ödün patlardı. Yılanı anlatsaydım, korkudan canın çıkıverirdi.”
Sonunda Mevlâna, Peygamberimizden bir Hadis-i Şerif nakleder:
“ Canınızdaki düşmanı size olduğu gibi anlatsam, yiğitlerin bile ödü patlar. Ne yol yürümeye takatleri kalır, ne bir işin tasasına düşerler. Ne kimsenin gönlünde niyaz etmeye kudret kalır, ne teninde oruç tutmaya, namaz kılmaya kuvvet!”
Yılan, aslında hepimizin içine farklı boyutlarda kaçan dünyadır. Dünya, kiminin içine mal-mülk olarak kaçmış, kiminin makam-şöhret-şehvet, kiminin de içine çok değişik yılan görüntüsüyle girmiştir. Fakat insanlar, karınlarındaki yılanla birlikte mışıl mışıl uyumaktadır. Bir bilge gelip de sırtımıza sopa vurmadan bu yılan içimizden çıkmamaktadır. Dünya kusulmadıkça, hakikat, insanın içine girememektedir. Hakikatin nuru insanın içini aydınlatmadan, insan hangi değeri görebilir ve tanıyabilir?
Çok yakından tanıdığım, doksan yaşındaki bir amca, ölüm döşeğine yatınca ziyaretine gitmiştim. Bana, zorla kolunu kaldırarak ve üç parmağını birleştirerek, şunu söyledi: “ Hocam, dünya şu kadar bile değilmiş; ama bunu ölüm döşeğine yatınca anladım!”
Sonunda terk edecek olduğun şeylerin, başında ne kadar kıymeti olabilir?
Bir karanlık ormanda uyuya kalmış gibiyiz. Etrafımızı vahşi hayvanlar çevirmiş; fakat uykuda olduğumuz için onları göremiyoruz. Bir an gelecek uykudan uyanacağız ve çevremizin gerçekliğiyle karşılaşınca dehşete düşeceğiz! Ormanın içinde vahşi hayvanların barındığını bildiğimiz halde ormana, tembelliğimizden, hazırlıklı girmiyoruz. En azından bir kulübe yapmadan orada uyumanın çok tehlikeli olduğunun farkında değiliz; çünkü dünya sarhoşluğu aklımızı almış bulunmaktadır.
İçindeki yılanlarla konuşan bazı politikacıların, yöneticilerin, zenginlerin, sanatçıların… ses tonunun, yılan ıslığından farksız olduğunu duyamıyorsanız, “yılanlı hayat” filmine Oscar ödülü verebilirsiniz!
Herkes her şeyi göremez, düşünemez. Herkes bakışı ve görüşü miktarınca iyiliği de görür, kötülüğü de. İçindeki yaratılış nuruna ne kadar enerji sağlamışsa, o kadar yeri görebilir. Bu nuru tamamen söndürmüşse, yarasalar gibi, mağaralarda hayat sürer ve bu hayatı da kutsar. Oysa insan güzel bir varlıktır, ona mağaralar yakışmaz, onun yeri gönüllerin huzur bulduğu yerlerdir.
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci
YAZIYA YORUM KAT