1. YAZARLAR

  2. D. Ali TAŞÇI

  3. İktidardakiler takıyye ile muktedir olabilirler mi?
D. Ali TAŞÇI

D. Ali TAŞÇI

Yazarın Tüm Yazıları >

İktidardakiler takıyye ile muktedir olabilirler mi?

A+A-

Bir halkın inançları, kabulleri ve değer yargılarıyla tamamen veya kısmen ya da resmi ideolojinin jakoben anlayışı ile ters düşen birisinin o halkın başında yönetici olması, hem o yönetici için, hem de yönettiği halk için bir eziyet, hatta bir işkencedir. Tarih boyunca siyasal dünyada ve ülkemizin siyasal yaşamında bunun örnekleri o kadar çok ki, hepsini anlatabilmek yasal olarak da ahlâken de pek mümkün değildir.
Türkiye’nin beşinci Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ( 1966–1973 ), Genel Kurmay Başkanlığı’ndan cumhurbaşkanı seçildi. Hem Çaykaralı olması, hem de çocukluğunda almış olduğu aile eğitimi dolayısıyla, Cumhurbaşkanlığı koltuğuna otururken ağzından kazaen “Besmele” çıkmış! “ Yedi sene boyunca ben bu Besmele’nin hesabını veremedim.” dediği rivayet edilir.
Halkın çoğunluğu, bir biçimde “inançlı” olduğunu söyler. Kendi köyünde veya dar çevresi içerisinde “göğsünü gere gere” inançlarını savunur ve gereklerini de yerine getirir. Ne var ki, toplumun ve hele de resmiyetin içine girdiği zaman, adeta bambaşka bir tipe bürünür. Ailesi içerisinde, yakın çevresinde hararetle savunduğu fikir ve düşünceler zihninden uçar; onun yerine tam karşıt fikir ve düşüncelerin adeta militanı olup çıkar. İşte Türk eğitiminin en büyük travması budur. Ve bu travma, bugün yaşadıklarımızın resmidir.
Üst düzeyde bir bürokrat veya siyasetçi düşünün: Akşam, ailesi içinde kendi “öz” düşüncelerini bir bir eşine ve çocuklarına, hem de örnekleriyle ve ateşli bir şekilde anlatmış; sabah olunca, resmi törenin başına geçmiş ve akşam söylediklerinin tam tersini, bu sefer daha ateşli bir şekilde, dile getirmiştir. Bu insanın eşi ve çocukları onun için ne düşünürler?
Böyle bir olay Batı’da gerçekleşseydi, adam, ailesi tarafından “deli” diye damgalanırdı. Ama bizde olunca, inanınız, ailesi ve çevresi onun için “iş bilen” yaftasını kullanır.
Neden?
Bu “neden”i dillendirebilsek, PKK’dan Ergenekon’a kadar memleketimizin tüm sorunlarını çözerdik, inanınız! Ama dillendirmeye cesaretimiz yok.
Yıllar önce, yabancı bir dergide komünizmin bir karikatürünü görmüştüm. Komünizmle ilgili (olumlu- olumsuz) onlarca kitap okumama rağmen, bana o karikatür kadar komünizmi iyi anlatabilen bir kitap olmadı.
Halka oluşturmuş bir grup insan. Hepsi, birbirinin arkasına tabanca dayamış; önündekini öldürecek, ama öndeki, sırtından almış olduğu kurşunun acısıyla kendi önündekine ateş edecek. Böylece en sonunda, zincirleme bir şekilde ilk ateş eden de arkasından kurşun yemiş olacak. Kimse korkudan silahını ateşleyemiyor. Gorbaçov ateşledi ve komünizm bitti.
Türkiye’nin birinci derecedeki sorunu “fikir ve inanç özgürlüğü”dür. Bir toplumda fikir ve inanç özgürlüğü yoksa, orada riyakâr, yalancı, düzenbaz, hilekâr, iki yüzlü; kısaca münafık insanlar yetişir. Gündüz nutuk çeken babasını, akşam evde yargılamayan, hatta olan biteni normal, dahası, başarı ve işgüzarlık kabul eden çocuklar yetişir ki bu, ülke için en büyük kayıptır; ne ekonomik krize benzer, ne de başka bir şeye.
“Eğitim ve öğretim” diyoruz. Öğretimin büyük bir bölümü okullarda yapılır; ama eğitimi bizzat toplum yaşantısı, genel ahlâki kabuller ve değerler sistemi meydana getirir. Eğitimin birinci basamağı, haksızlık karşısında susmamak ve doğru bildiğini uygun bir dille söylemektir. Şimdi, bu bürokratın veya ona benzer yöneticinin çocuğu mu söyleyecek doğruyu? Hayatında doğru bir davranış görmemiştir ki söylesin.
Bir ülkenin Cumhurbaşkanını, Başbakanını, bakanlarını ve üst düzey bürokratlarını düşününüz ki, - Evet, kelimenin tam anlamıyla- “takıyye” yapmaya zorlanıyorlar.
Neden?
Nedenini az çok bildiğimiz halde diyebilsek, ülke meseleleri çözülür. “ Kral çıplak” diyemiyoruz. Ya çocuk olmak lazım bunu diyebilmek için ya da deli! Yani cezayı ehliyetinin olmaması gerekmektedir.
Tarih boyunca ülkelerin en zor ulaştıkları merhale, fikir ve inanç özgürlüğüdür. Bu özgürlük olmadan ekonomik özgürlük ve refah da gelmemiştir. Faşizmin despotizmi sonucunda İkinci Dünya Savaşı çıkmış, milyonlarca insan canlarını vererek bedel ödemiş ve Avrupa, kendi içinde tutarlı duruma gelerek kalkınmıştır.
Avrupa’da amaç kavgası yoktur, araç kavgası vardır. İktidara hangi parti gelirse gelsin, ülkesini kalkındırmaktan başka amaç gütmez. Bütün ülke halkının tek dini vardır: Demokrasi! Demokrasi, “kutsal şarap kâsesi”dir; ister onu kiliseye sokarsınız, ister meyhaneye. Laiklik, bu kâselerdeki şarabı değiştirmemiştir; o, sadece kâseleri farklı renklere boyamıştır.
Ne yapalım ki İslam, demokrasi ile aynı değildir, yani örtüşmez ve bu ülkenin çoğunluğu Müslüman’dır. Demokrasi – en geniş ve kâmil anlamıyla- halkın iradesidir. Evet, İslam, halkın iradesini yok saymaz; ama halkın topluca veya yüzde elli birinin dalalette birleşebileceğini de göz ardı etmez. Etseydi, peygamberler gelmez ve tüm halkın kabullerini kökünden değiştirmeye kalkmazlardı.
İslam sadece vicdan dini değildir; bütün hayatı kuşatır. Kan vücuda karışsın, ama hayata müdahale etmesin, demek ne kadar mantıklıdır. Kansız hayat mı olur?
Mekke’de vicdanlar inşa edildi, Medine’de bu vicdanlar hayat kurdu. İslâm’ın inanç ve ibadet kısmı ruh Mekke’sini, muamelat, yani dünya görüşü de beden Medine’sini oluşturur. İslâm, Mekke ve Medine’nin imtizacından doğan medeniyetin adıdır. Ölmeden bedenle ruh ayrılamaz ki! Bütün beşeri sistemler –ki hiçbirisinin ahireti yoktur- sadece bedene göre hareket ederler; çünkü beş duyunun ötesine geçemezler. O zaman bütün beşeri sistemlerde insan eksik algılanmıştır.
İslam, Hakk’ın iradesidir. Hakk, bu iradesini halkla kullanır, ama kendi İlahi kurallarını çiğnetmez. İnsan da İlahi kuralların başı olduğu için, onun da yan çizerek bozulmasına göz yummaz.
İslam’ın olmazsa olmaz ahiret inancı vardır. Gerçek bir Müslüman, ahirette birlikte olamayacağı bir insanı, sistemi veya başka bir şeyi niçin desteklesin? Onun iktidar olmaması için her meşru çareye başvurur. Çağdaş sosyolojinin ırk, dil, coğrafya birliği gibi millet tanımını değil ( Bunları da göz ardı etmeyerek ), inanç (Akide )birliğini öne çıkarır.
Bütün dünyayı altınla donatsan, yeryüzünü gümüş bahçe, gökyüzünü pırlanta tavan yapsan; Müslüman’ın akidesi ile çelişiyorsa orası, yani Müslüman birey inançlarını dolu dolu olarak arzın her yerinde, ama her yerinde, yerine getiremiyorsa, onunla yönetimin problemi var demektir. Çünkü Müslüman’ın zihin dünyası sonsuza göre ayarlanmıştır.
Öyleyse, ülkemizde siyasal arenada araç kavgası yok, amaç kavgası vardır. Amaç ise, köklü değişimler gerektirir. Bunu da gücü olan yapabilir. Ne var ki, güçsüz olanlar “iktidar” da olsalar, “ muktedir” olamazlar. Takıyye yapa yapa gün gelir öz kimliklerini de unuturlar.
Bilmem “ Ergenekon”un Orta-Asya’daki yerle de bağlantısı olduğunu anlatabildim mi?

Not: 13 Kasım Perşembe günü (bugün), saat 19.00’da, Ümraniye Belediyesi Merkez Kültür Salonu’nda “ Mevlâna’da Aşk” konulu konferansım vardır. Dostlara duyurulur.
İrtibat: 0212 443 56 00’dan 196.

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Yeni dezenformasyon yasası ve kişisel verilerin korunması kanununa göre; kişilik haklarına yönelik her türlü yayın suç teşkil ettiğinden, kurallara aykırı yorumlar onaylanmamaktadır. Lütfen bir aşağıdaki facebook yorumları bölümünü kullanınız
22 Yorum
  • pazaruri / 19 Kasım 2008 Çarşamba 20:40

    yorumcu,yazıcı;müslümanları provakatörlüğe sevk ediyor.işini iyi bilen kişi.ben tarafsız olarak izledim.edindiğim intiba jurnalcılık,provakatörlük.Allah fitne fesatlardan müslümanları korusun.

    Yanıtla (0) (0)
  • Ömer Lütfi YAZICI / 19 Kasım 2008 Çarşamba 16:32

    1-Deniyor ki: “Şimdi siz "Mustafa Kemal gerçek bir dindardı" demeye getirerek, işi, kurduğu rejimin tamamen dinin taleplerini karşılayan bir hedefi olduğunu demeye getiriyorsunuz.”

    Benim dediğim şudur:
    A-Şahsiyle ilgili olarak: Milli Mücadele’nin başlangıcında Zağanos Paşa Camisi’nde hutbe veren, Trablus’ta kendisine hediye edilen küçük Mushaf’ı ölene kadar üzerinde taşıyan, Mehmet Akif’ten Kuran’ı Türkçeye çevirmesini ve dönemin büyük din âlimi Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’dan Kuran’ın meali ve tefsiri üzerinde çalışmasını isteyen,”Ben Luther olmayacağım” diyen, anlaşmazlığa düştüğü halde Said Nursi ve Süleyman Hilmi Tunahan gibi din önderleri hakkında dava açtırmayan, Kuran-ı Kerim’i kendi parasıyla bastırarak halka dağıtan, Hazreti Muhammed’in türbesini yıkmak isteyen Suudi Kralı’nı “Peygamberimiz Resulün türbesinin bir taşına dokunursanız kuvvetlerimiz güneye doğru inecektir, bu hareketiniz cezasız kalmayacaktır” diye tehdit eden Mustafa Kemal Atatürk’tür.
    Bu dediklerim yanlış ise ispatı bana aittir. Hakkında hüküm verme mercii ben değilim. Çünkü “Hüküm Allaha aittir” (Yusuf,40) Dindar demokrat olmak için sahte belge ile milletin trilyonunu götürmek mi gerekiyor? Bilemem.

    B- Getirdiği rejimle ilgili: İnsanın hâkimiyet yetkisinin olduğu tartışmasızdır. Ancak bu hâkimiyet Allah’ın indirdiği, gösterdiği ilkeler çerçevesinde ve adalet üzere olacaktır. Allah’ın indirdiği, gösterdiği sadece din buyrukları değildir. Dinin bize gösterdiğine göre şu değerler de “Allah’ın indirdiği” kavramlar içindedir: 1.Yaradılış kanunları, (Sünnetüllah) 2.Allah’ın işletilmesini ısrarla emrettiği ve evrenin sırlarını çözücü kıldığı akıl, 3.Bilim, 4.Maruf yani ortak-evrensel insanlık kabulleri. Bunlar da Kurucu iradenin amaçladığı rejim de fazlasıyla vardır. Yoktur diyen varsa ben buradayım.

    2-Deniyor ki: “Bir kere cumhuriyet tarihiyle ilgili yaklaşımınız oldukça duygusal ve gerçeklerden uzak. Bu sizin din algılamanızın (İslamiyet) ağır yanlışlar içerdiğinin de bir işareti kabul edilebilir.” Soyut ifade ve kanaatler bunlar. Somut bir iddia olmadığı, Bunları yazanın dini donanımını bilmediğim için değerlendirmiyorum.

    3-Deniyor ki: “Siz, hem insanların dini bilgilerini sınayarak onları sistemin din karşıtlığı içermediğine ikna ya çalışıyorsunuz hem de ülkemizde dini özgürlük babında yaşanması olası olmayan onlarca örnekler verebileceğinizi belirtiyorsunuz. Hem demokrasimizi kutsuyor hem de İngiltere monarşisini yeğliyorsunuz”

    A-Dini bilgilerini sınadığım doğrudur. Bu bir Kur’an üslubudur. Bakara, 30. den itibaren birkaç ayette açık (Kasas-Enbiya gibi sürelerde birçok) örneği vardır. Yaratan, meleklere “esma” i soruyor. Meleklerin bilmediğini bildiği halde soruyor. Neden? Konuyu bilmediklerini onlara anlatmak, bilmediklerinin ardına düşüp daha büyük yanlış yapmalarını önlemek için.

    Yeri gelmişken yeteli donanımı olmadığı halde bazen bize, bazen başkalarına Kur’an ayeti hatırlatan kardeşlerimin bilgisine sunmak isterim ki: Kur’an’dan hüküm çıkarmak için bazı temel bilgilere gerek var. Kur’an’ın Mealini okur anlarsınız ama hüküm çıkarmağa kalkarsanız korkarım ki yanılabilir insan. (Mesela bize Maide süresi 44-45. ayetlerini hatırlatan kardeşim. Ayette geçen “Allah’ın indirdiği ile amel etmeyenler” Cümlesinden çıkarman gereken anlam var! Yukarıda anlattım Allahın indirdiğini iyi anlamalısın.)

    Örnek: Kur’an’nın ifade tarzı, tasviri ifadedir. Yani Kur’an, olayları canlandırarak, sahneleştirerek anlatır. Bunu temin için fiillerin zaman kiplerini uygun biçimde kullanır. Mesela geçmiş bir olayı anlatırken (Bakara 127. ayette olduğu gibi) şimdiki zaman kipini, gelecekteki bir hadiseyi anlatırken de geçmiş zaman kipini kullanır. Çoğu kez de zaman kipini tamamen kaldırır. Bir de bakarsınız ki, geçmiş olay veya gelecek vak’a, gözümüzün önünde cereyan eden bir sahne oluvermiştir. Aslında olay şimdi sergilenmiyor. Geniş bilgi için Prof. Dr. Süleyman ATEŞ hocanın tefsirine bakabilirsiniz.

    B-Kimseyi sitemin din karşıtlığı içermediğini ikna ya çalışmıyorum. Açık açık söylüyorum. Sistem hurafe, bidat, dine ilave edilen saçmalıkların karşıtlığını içeriyor. Bunları ispata hazırım.

    C- Evet “Kaç gündür soruyorum Dinin hangi emri bu ülkede yaşanamıyor bir örnek istiyorum? Cevap yok. Neden dindar geçinen dinin bilmiyor. Ben bir çırpıda 20 tane uygulanamayan din emri sayayım size!” cümlesi bana aittir. Bu bir çelişki değildir. Uygulanamıyor diyorum. Uygulanamaz, yasaktır. Rejim izin vermiyor demiyorum. 58 yıldır iktidarı elinde tutanlar, onlara oyları ile destek verenler din emirlerini uygulamıyor ama ülkenin en iyi Müslüman’ı olduklarını iddia ederek oy toplamaya devam ediyorlar.

    Ne hikmetse bazılarının aklına hemen türban geliyor. Başka din emri gelmiyor. Bu da türbanın altında gizli amacı açıkça ortaya koyuyor. Ülkede bu sorunu da bilinçli olarak dindar demiyorum dinci kesim yarattı.

    D- Siyaset yapmakla eleştiriliyorum. Siyasi bir konu siyaset yapmadan izah edilebilir mi? “Dün dündür bugün bugündür, benim memurum işini bilir, ben laikliği korumakla görevliyim ama Nakşî tarikatındanım” diyeceksiniz. Başbakan olan şahıs hakkında kalpazanlıktan, bir başkası hakkında trilyon yemekten dosya olacak, Maliye bakanı kendisi için 4 defa af çıkartacak. Halk denen kesimin % 47 si yine buna makarna, kömür karşılığında oy verecek. Bu nedenle dır ki böyle bir demokrasi de yaşamaktansa monarşiyi tercih ederim. Burada çelişki yoktur Saygılarımla.

    Yanıtla (0) (0)
  • Dejavu / 18 Kasım 2008 Salı 21:10

    İnsan ,birinin yazdığı şeylerin eleştirisini yaparken kendine ait düşüncelerini bu eleştirinin içine yerleştirme durumunda kalırsa,anlaşılamamak yada en azından doğru anlaşılamamak gibi bir sorunla karşı karşıya kalıyor.Kapsamlı konuların yarar getiren bir tartışmaya dönüşebilmesi için enine boyuna yazmak gibi bir imkanınız olması gerekiyor.Bir kere bu duruma bu sayfanın muhtevası elvermiyor.(Keşke okuyucularında burada makale yazabilme imkanı olsa)
    Ortaya çıkan yada öyle gözüken (Benim,Yazıcı ve Taşçı'nın)çelişki,dezenformasyon yada maddi hataların ortaya konulabilmesi ancak bu konuları "deruni"olarak ele almaktan geçmekte.(Belki bir gün bunu yapabilme imkanını yakalarız.)
    Geldiğimiz noktada,üçümüzde Türkiye demokrasisinin ingiltere monarşisi kadar dahi demokrasi lafzına uygun olmadığında hemfikiriz..Bu doğru anlaşılmak için oldukça uygun bir zemin..
    Ayrık yada karşıt gözüken konular ise islamın nasıl anlaşılması ve ne olduğuyla ve de Mustafa Kemal'in yaptıklarının okunması yani yorumlanmasında.
    Bu iki konuyu tarihsel,hukuksal,sosyal,felsefi,toplumsal vs gibi boyutlarda ele almadan ortaya koyacağımız her düşünce yeni bir tartışmayı beraberinde getirecek, belkide anlamsız kılacaktır.
    Şimdi siz "Mustafa Kemal gerçek bir dindardı"demeye getirerek ,işi, kurduğu rejimin tamamen dinin taleplerini karşılayan bir hedefi olduğunu demeye getiriyorsunuz..Oysa sayın Taşçı'nın yazdıkları(yada o minvalde yorum yapanlar)tamamen bunların karşıtı.Siz,İnönü ve Menderes dönemini neredeyse aynı değerlendirerek çok yönlü bozulmanın zaman dilimi içne yerleştiriyorsunuz.Yer yer de eleştirileriniz siyasi bir yaklaşım içeriyor..O halde bunların genişçe ele alınması gerek..Anlattıklarınızdan ve buradaki tüm yorumlarınızdan çıkardığım genelyaklaşımınıza katıldığım bazı şeyler olduğu gibi çokca da katılmadığım şeyler var.Bir kere cumhuriyet tarihiyle ilgili yaklaşımınız oldukça duygusal ve gerçeklerden uzak.Bu sizin din algılamanızın(islamiyet)ağır yanlışlar içerdiğininde bir işareti kabul edilebilir.
    Siz ,hem insanların dini bilgilerini sınayarak onları sistemin din karşıtlığı içermediğine iknaya çalışıyorsunuz hemde ülkemizde dini özgürlük babında yaşanması olası olmayan onlarca örnekler verebileceğinizi belirtiyorsunuz.Hem demokrasimizi kutsuyor hemde ingiltere monarşisini yeğliyorsunuz...
    Şimdi buradaki tartışmalar ışığında uzun bir yazıda dinin genel gayesi,anlaşılması,din demokrasi ilişkisi,Mustafa Kemal'in getirdiği sistemin ne olduğu,hedefleri,Türkiyenin siyasal tarihi ve günümüz siyasetinin yaklaşımları gibi konuları ele alarak görüşlerimi aktarmak ve tartışmaya açmak isterim.
    Ancak şimdilik bu tartışmayı bu makalenin altına sıkışan bu yerde kendimce noktalamak istiyorum.
    Herşeye rağmen düşünce alışverişinde bulunulacak birilerinin olması güzel.
    Yazarın, yazdıklarıyla başlayan tartışmalardan kendini uzak tutmasının yorumu ise başlı başına ele alınması gereken bir başka konu!.Saygılar..

    Yanıtla (0) (0)
  • hüdabin / 18 Kasım 2008 Salı 20:58

    Günümüz tartışma konuları arasında, İslam ve demokrasi konusunun, muhtelif platformlarda öne çıktığı gözlemlenmektedir. Açıkça belirtmek gerekirse, İslam ve demokrasi mukayesesinin, çok sağlıklı yapıldığını ifade etmek oldukça zordur.

    Böyle bir mevzunun en başında, İslam’ın, insanların dünya ve ahiret mutluluğunu hedefleyen ilahi kaynaklı bir din, demokrasinin ise, insanların kendi akıl, irade ve bilgi birikimine dayalı olarak ortaya çıkardıkları bir yönetim biçimi olduğunu vurgulamak gerekir.

    Bu vurguyu yapmanın ana hedefi, bu iki kavramın, birbirinin zıddı veya birbirinin alternatifi ya da birbiriyle tamamen uyuşan unsurlar gibi takdim etme gayretlerinin doğru olmadığını belirtmektir.

    Bu yüzden, İslam’ı, bir din olarak kendi kulvarında, demokrasiyi de bir yönetim şekli olarak kendi kulvarında değerlendirmek gerekir. Bunu yaparken, sadece kavramlara takılıp kalmadan, bu kavramların muhtevasını, objektif bir bakış açısıyla karşılaştırmak zarureti vardır.

    Bu noktada, İslam ilahiyatçılarının büyük bir kısmınca kabul edilen en önemli husus şudur: Kur’an tarafından, adı açıkça belirtilen ve insanlara emredilen herhangi bir yönetim biçimi mevcut değildir. Ancak, hem Kur’an’da, hem de Hz. Peygamber’in uygulamalarında, yöneten ve yönetilenlerin sorumluluklarını öğreten evrensel prensipler vardır.

    Dünyanın herhangi bir bölgesinde, dönemin ihtiyaçlarına, insanlarının kültürel yapısına, oluşan siyasi şartlara, zamanın ve coğrafyanın getirdiği imkan ve zorunluluklara göre, yönetim modeli geliştirilebilir.

    Demokrasinin en belirleyici ve vazgeçilmez unsurlarından biri, halkın yönetime katılması ve kendi hür iradesiyle yöneticileri seçmesidir. Dikkatle incelendiği zaman, Hz. Peygamber’in, İslam’ın en iyi uygulayıcısı sıfatıyla, -kelime olarak, kabul etmek, razı olmak, anlamına gelen -BEY’AT müessesesini çalıştırdığı görülür. Bey’at, günümüz seçim uygulamalarındaki oy kullanma karşılığı olarak, kısaca “halkın yöneticiye bağlılığını belirtmek için reyini ortaya koyması” şeklinde tanımlanabilir. Bey’at, “kadın ve erkeğin, yöneticiye karşı görev ve sorumluluğu kabul etmek üzere yaptığı bir sözleşme” olarak da tarif edilir. (1)

    Hz. Peygamber’in başlattığı bey’at uygulaması bazı yapısal değişikliklere uğrayarak Osmanlı dönemine kadar devam etmiştir.

    Bu yönüyle bakıldığı zaman, yöneticileri belirleme metodu konusunda İslam öğretisinin, bugünkü demokratik seçim uygulamaları ile çok önemli bir paralellik gösterdiği anlaşılmaktadır. Bu benzerlik, her ferdin kendi reyini hür iradesiyle belirtmesi konusunda da mevcuttur.

    Çünkü, zorbalıkla ve kılıç zoruyla alınan bey'at geçerli değildir. Hz. Ömer : "Bir kimse, müslümanlara danışmadan, ister kendisi başkan olmaya, ister başkasını başkanlığa geçirmeğe kalkışırsa (vazgeçmediği taktirde) onu ****niz" (2) demiştir.

    Toplumun huzurunu bozmaya yönelik, zorbalığa ve haksızlığa dayanan her türlü girişimin bertaraf edilmesi, İslam dininin herkese yüklediği sorumluluklardan sadece birisidir.

    Yöneticilerle ilgili olarak İslam’ın öngördüğü en önemli değerler, insanlar arasında, eşitliğin, adaletin ve ferdi hukuk dokunulmazlığının sağlanmasıdır. Şayet demokrasi, toplumları yönlendiren bir sistem değil de, insanların temel hak ve hürriyetlerini teminat altına alan ve halkın taleplerini karşılamayı taahhüt eden bir yönetim biçimi ise, bu hususta da İslam ve demokrasi arasında herhangi bir problemden bahsetmek anlamsızdır.

    Çünkü, bu hakların korunması bakımından, ikisi arasında bir aykırılık söz konusu değildir. Hatta İslam, bir taraftan ferdi hukukun korunmasını emrederken, diğer taraftan da toplumsal hassasiyetlere atıfta bulunur ve içtimâî ruhun canlı tutulmasını ister. Bu yüzden, fertlere yüklenen her sorumluluğun, toplumsal hayata bakan bir yönü vardır.

    Demokratik yönetim biçimiyle idare edilen ülkelerde, toplum tarafından seçilen ve yine toplum adına karar mekanizması olarak işleyen meclis de, üzerinde durulması gereken en önemli müesseselerden biridir. Bunun İslam literatüründeki tam karşılığı, danışma kurulu olarak tercüme edebileceğimiz, ŞÛRÂ müessesesidir.

    Yapılması planlanan işlerin, istişâre sonucunda karara bağlanması gerektiği konusunu, Kur’an iki farklı âyette şu şekilde açıklar:

    “Onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. ” (3)

    “Onların işleri, aralarında danışma iledir.” (4)

    Demokrasinin vasıfları arasında zikredilen çoğulculuk prensibi, Kur’an’da bu âyetlerle formülleştirilmiştir. Çünkü fertler arası istişare, çoğulculuğun en önemli göstergelerindendir. İlk âyette geçen “iş hakkında onlara danış” ifadesi, İslam âlimlerince bir tavsiye değil, yerine getirilmesi zorunlu bir emir olarak telakki edilmiştir. (5)

    Yine, İslam’ın benimsediği idari yapı, danışma (meşveret) üzerine kurulması gerektiğinden hareketle, “herhangi bir şahsın diktatörlüğüne dayanan "otokrasi"den; kendisinde ilâhî bir sıfat olduğu iddiasıyla ortaya çıkan kişinin idaresine dayanan "teokrasi"den; üstün azınlık sınıfının hâkimiyetine dayanan "oligarşi"den; kişilerin heva ve heveslerine göre idare ettiği "demagoji"den ayrılır.” (6)

    İslâm'daki istişâre sistemi çoğunluk veya azınlık farkı gözetilmeksizin imkan dahilinde herkesin görüşünü almayı gerektirmekte, ancak, görüşler içinde tercihe şayan olanın, parmak hesabıyla değil, derin ve tarafsız aklî araştırma neticesi tesbit edilmiş olanın tatbik mecburiyetini içermektedir. (7)

    Özellikle Hz Peygamber ve ondan sonra idarecilik yapan halifeler, istişareye ciddi manada önem vermişler, Kur’an’daki “iş hakkında onlara danış” emrinin en önde gelen uygulayıcıları olmuşlardır. Bundan dolayı İbn Teymiyye: “İdareciler istişâreden muaf olamazlar. Çünkü Allah onu peygamberine emretmiştir” der. (8)

    Hz. Peygamber’in sahabeyle istişaresinde dikkati çeken hususlardan biri; herhangi bir karara vardığı zaman, bu kararının Kur’an’ın bir emri mi yoksa kendi düşüncesiyle aldığı bir karar mı olduğunun, kendisine sorulmasıdır. Kur’an emri olursa, -bağlayıcılık ifade ettiği için- o emir yerine getirilir, ancak Hz. Peygamber’in kendi kararı olursa, bu karar üzerinde sahabe kendi görüşlerini ona aktarırlardı. Bedir harbinden sonra alınan esirlerin, hangi şartlarla serbest bırakılacağı, namaza davetin (ezanın) nasıl uygulanacağı, Hendek harbinde Medine’nin nasıl savunulması gerektiği gibi konular, Hz. Peygamber’in istişare anlayışının en çarpıcı örnekleridir.

    İstişâre ederken göz önünde bulundurulması gereken en önemli noktalardan biri, kime veya kimlere danışılacağı konusudur. Abbasi yöneticilerinden Me'mun’un, oğluna nasihat ederken, istişâre konusunda söyledikleri, bu hususa ışık tutar. Der ki: “Şüphen olan işlerde, tecrübe sahibi, gayretli ve şefkatli ihtiyarların görüşlerine başvur. Çünkü onlar, çok şey görüp geçirmişler, zamanın inişli-çıkışlı, ikballi-hezimetli olaylarına şahit olmuşlardır. Onların sözü acı da olsa kabul ve tahammül et. Danışma kuruluna korkak, hırslı, kendini beğenmiş, yalancı ve inatçı kişileri alma.” (9)

    İslam dünyasının, batı kaynaklı olarak geliştirilen birçok müessese üzerinde ortak bir noktaya varamadığı açıktır. Demokrasi de bunlardan bir tanesidir. Hiçbir bilimsel ve akli temele dayanmadan kimileri, demokrasinin İslam’la tamamen çeliştiğini anlatırken, kimileri de ikisi arasında tam bir uyumun varlığını anlatmaya çalışmaktadır.

    Fertlerin ve toplumların mutluluğuna katkıda bulunma gayesi ve arzusu olan herkes için, en makul olan şey, -kavram kompleksine kapılmadan- din olarak İslam’ın evrensel değerlerinden, idari bir mekanizma olarak da demokrasinin öngördüğü temel hak ve özgürlüklerden yararlanmanın yollarını aramaktır.

    Adı ne olursa olsun, insanların huzur ve mutluluğu için yürütülen çabalara İslam’ın herhangi bir itirazı söz konusu değildir.

    “Demokrasinin benimsenmesi Batı’yı “meşrulaştırma” değil, gerçek bir yeniden keşif olarak görülebilir. Batılı demokrasi ile İslam, yöntemde bazı farklılıklar gösterse bile, gayelerindeki benzerlikler dikkate alınarak birbirinden istifade edebilirler. Tabii bu istifade, Hasan Turabi’nin ifadesiyle söyleyecek olursak, eğer Batılılar, demokrasinin “Müslüman bir çocuk doğurmasına” müsaade ede(bili)rlerse gerçekleşebilir. Çünkü hala Batı’da birçok kişi için “islami demokrasi” kavramı lanetli olarak görülmektedir.” (10)

    Netice itibariyle, İslam prensiplerinin demokrasinin öngörüleriyle tamamen uyum içerisinde olduğu iddia edilemez. Ancak eğer dinden bağımsız düşünürsek, yönetim biçimleri içerisinde İslam’ın genel hükümleriyle en kolay uyumlu hale getirilebilecek yönetim biçimi yine demokrasidir.

    Bu arada İslam düşünürlerinin bu konuda bir çözüm arayışı içerisinde oldukları da bir gerçektir. Zira demokrasi, kaçınılmaz olarak müslümanların içerisinde bulundukları ve kendisinden etkilendikleri bir sistemdir. Konumlarının İslam’a uygunluğunu her zaman sorgulamak zorunda olan müslümanlar, kendilerini kaçınılmaz olarak etkisinde bulundukları demokrasi karşısında çözüm arayışı mecburiyetinde bulmuşlardır.

    Kur’an verilerine uygun olarak yapılan tartışmalar, demokrasiye bir karşıtlık değil, yeniden tanımlanan demokrasiye taraftarlık şeklinde kendini göstermektedir.
    Dünyada birbirinden farklı birçok demokrasi tanımı ve uygulaması vardır. İslam dünyası, bu durum karşısında, bir yandan İslam’ı doğru anlamak ve doğru yorumlamak, diğer yandan da demokrasiyi bu yorum içinde tanımlamak zorundadır. Böyle bir yol, İslâm ve demokrasinin buluştuğu bir orta noktanın oluşmasına katkıda bulunabilir.

    Yanıtla (0) (0)
  • Ömer Lütfi YAZICI / 18 Kasım 2008 Salı 17:30

    Öncelikle, geriye dönüp yazı ve düşüncelerimi bir daha gözden geçirmeme neden olan katkı ve eleştirileriniz için teşekkür ederim.

    -"Hangi demokrasi?"..Evet.hangi demokrasiyi baz alarak,Türkiye modelinin çelişkilerini, din, toplumsal uyum çizgisini irdeleyeceğiz.” Elbette ki bugün ülkede uygulamada olan demokrasiyi temel almayacağız. Benim imkânım olsa böyle bir demokraside yaşamaktansa İngiltere gibi bir monarşide yaşamayı tercih ederdim.

    1950 öncesi ve sonrasını her açıdan bir ayıralım. Ve önce öncesini konuşalım. Çünkü amaçlanan neydi onu bir anlayalım. 1950 den sonra ne hale getirildi onu görelim.
    Elbette ki kurucu iradenin amaçladığı, 23 Temmuz 1919 tarihinde toplanan Erzurum kongresi sırasında ortaya koyduğu,“İstiklal-i tam hürriyeti kâmile” cümlesinde ifadesini bulan, 1920 lı yıllarda denemesine başlanıp o günün koşullarında başarılı olunamayan, şimdi bazı ülkelerde uygulanan eksiksiz demokrasiyi temel alarak konuşacağız.

    Diyorsunuz ki: “cumhuriyet tarihimizde bile demokrasi adına o kadar dinle çelişik olduğunda ittifak edilen şeyler yapıldı ki” Bu sizin iddianız. Dinle çelişik olduğunda kim ittifak etmiş somut örnekler verin ki anlayalım. Biz de bildiğimiz kadarıyla dini görüşümüzü anlatalım.

    Milli Mücadele’nin başlangıcında Zağanos Paşa Camisi’nde hutbe veren, Trablus’ta kendisine hediye edilen küçük Mushaf’ı ölene kadar üzerinde taşıyan, Mehmet Akif’ten Kuran’ı Türkçeye çevirmesini ve dönemin büyük din âlimi Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’dan Kuran’ın meali ve tefsiri üzerinde çalışmasını isteyen,”Ben Luther olmayacağım” diyen, anlaşmazlığa düştüğü halde Said Nursi ve Süleyman Hilmi Tunahan gibi din önderleri hakkında dava açtırmayan, Kuran-ı Kerim’i kendi parasıyla bastırarak halka dağıtan, Hazreti Muhammed’in türbesini yıkmak isteyen Suudi Kralı’nı “Peygamberimiz Resulün türbesinin bir taşına dokunursanız kuvvetlerimiz güneye doğru inecektir, bu hareketiniz cezasız kalmayacaktır” diye tehdit eden Mustafa Kemal Atatürk’tur

    Biliyoruz ki demokrasinin iki ayağı vardır. Gerçek demokrasi iki şey üzerinde yürür. 1-Zenginlik. 2-Kültür. Bu ikisi olmadan demokrasi olmaz. T.C ni kuranlar, özellikle büyük Atatürk bu ikisi için ne çabalar saffetti.

    Toplu iğne yapamayan ülke Çubuk barajı, Nazilli basma fabrikası, SEKA kâğıt fab; Halk evleri, Köy Enstitüleri, vs. Bunlardan sadece bir kaçı. Atatürk, 1925’te Alman Junkers Flugzeugwerke AG ile TOMTAŞ’ı (Teyyare ve Motor Türk anonim Şirketi) kurarak yılda 250 adet uçak üretimini hedeflemiştir. Almanların, Türkiye’nin 400 milyon tonluk Boksit ve petrol depolarında haklarının olduğu iddiası ileri sürmesi sonucu 1928 de bu fabrika kapanmış, 1932’de Amerika’nın Curtiss Aeroplane And Motor Company Inc. Şirketi ile yeni bir anlaşma yaparak “ Curtiss Hawk ve Fledgling” adıyla 33 adet uçak üretimi yapılmıştır. 1936’da Alman Gothaer Waggon Fabrik AG lisansı ile 45 adet Gotha 145 uçağı, Planya firması olan Panstwowe Zaklady Lotnicze PZL 24A model 24 adet uçak üretilmiştir. Bir kısmı de Danimarka ya satılmıştır.

    Şu anda Tv de 1930 sonbaharında AOÇ de çekilmiş Atatürk’le ilgili bir film gösteriliyor. 1930 “yevmiye 18 kg süt veren” Simental cinsi inekleri Kırım ve Hollanda’dan getirtmiş.
    AOÇ de yetiştiriliyor.

    Şimdi 1950 den sonraya gelelim. Yani Demokrasi değil de oy vermeye başladığımız dönem. (1939-1945 dönemini savaş yılları olarak düşünüyor değerlendirmiyorum. Gerekirse değerlendirilir.)

    “Devrimler milletin boynunda değirmen taşı gibi durmaktadır” (A.Menderes)
    “Oy deposu, halk seçme hakkına sahiptir ama yönetme hakkına sahip değildir.” (A.Menderes)
    (Petrol kanunu görüşmelerinin radyodan yayınlanmasını isteyen F.A.BARUTÇU’ ya TBMM kürsüsünden verdiği cevap)

    Devrimlerle kaldırılan hurafe üretme merkezleri oy uğruna tümüyle devreye sokuldu. Din siyasetin sömürüsüne sunuldu. Osmanlının son dönem yaptığı hatalar fazlasıyla tekrarlandı. Millet dinini mi öğrendi hayır: Kaç gündür soruyorum Dinin hangi emri bu ülkede yaşanamıyor bir örnek istiyorum? Cevap yok. Neden dindar geçinen dinin bilmiyor. Ben bir çırpıda 20 tane uygulanamayan din emri sayayım size!

    Hurafe merkezleri Atatük’ü dinsiz, Rejimi Allahsiz TSK yı da bunların bekçisi olmakla suçlayan din kisveli propaganda ile halk cahil birakıldı. Köy enstitüleri kapatıldı. Şu anda benim köyümde çivi çakabilecek kimse yok. 58 yıl böyle geçti.

    Demokrası nerede? Kömür makarna dağıtıp oy toplayacağız.vs.vs.

    Ekonomide ne durumdayız. İMF kapısında diz çökmüşüz. 1930 da Kırım ve Hollanda dan getirilen Simental inek, Ankara dan benim köyüme (o da bir tek haneye) ancak 75 yılda gelebildi! Neden: Çünkü softa olmaz dedi. İnek Öküze gidecek! Sanki öküzle nikâhı var. Neye dayanarak dedi bunu. Hiç. Bir bilgisi yok ki. İnceledim (komşularımda var) tohumlamadan ilk doğumunu yapan dana 9 kg, Öküze götürülen dana 2.5 kg süt vermiyor. Bu sayfada bana yazılan saçma sapan eleştirilere bir bakıverin lütfen.

    Benim ayetlerle yaklaşım oluşturduğum sistem tam demokrasi dır. Dini talepler özgürlük tanımlarıyla anlam bulan okullarda her dini anlayışın kıyafetine izin verendir. Çunkü, “Allah’ın indirdiği, gösterdiği sadece din buyrukları değildir. Dinin bize gösterdiğine göre şu değerler de “Allah’ın indirdiği” kavramlar içindedir: 1.Yaradılış kanunları, (Sünnetüllah) 2.Allah’ın işletilmesini ısrarla emrettiği ve evrenin sırlarını çözücü kıldığı akıl, 3.Bilim, 4.Maruf yani ortak-evrensel insanlık kabulleri” cümlesi her şeyi anlatıyor. Bu cümle çok iyi tahlil edilmelidir. Tek izin vermediği devletin ve milletim bölünmesidır.

    Muhammet Kutup şura yani danışma meclisi kabul ediyor ki ayni şey değil. Saygılarımla.

    Yanıtla (0) (0)