İSLAMCILIK MI, NURCULUK MU YOKSA?..
12 Eylül 1980 öncesi delikanlılık çağımızda, meğer bizler dünyada olup bitenlerle ne kadar çok ilgilenmişiz. O zamanın kapalı dünyasında bile ne çok memleket, grup, düşünür, lider tanımışız.
Açe Sumatra, tsunami dolayısıyla gündemimize gelmedi; Morolu Müslümanların direnişi ve Nur Muhammed Missuri hareketiyle gündemimizde hep var oldu.
Tunus’ta Burgiba’ların, Bin Aliler’in zulmünün yanında, Raşit-El Gannuşi yüreğimize su serpiyordu.
Ömer Muhtar, Kuzey Afrika’nın gülüydü; kıyamı, bütün dünya Müslümanlarını derinden sarsıyordu.
Suriye’de “Hama” hüznümüz vardı; Said Havva’lar, Buti’ler karanlık dehlizlerden ışık olarak süzülüyorlardı.
İran, başlı başına bir fenomendi ve Humeyni, asaletini dünyaya kabul ettirmiş bir liderdi. Ali Şeraiti, gençliği fikren ayakta tutan destekti.
Uzak Asya’dan Mevdudi sesleniyordu “Dört Terim”iyle gençliğimizin dik duruşuna ve İkbal gönlümüzün derinliklerinde gergefler örüyordu.
Mısır mı? En görkemli ve en dinamik duruş sergileyenler Mısır’da yoğunlaşmıştı. Hasan- El Benna’nın başlattığı “Müslüman Kardeşler” hareketi, oradan diğer Arap ülkelerine de sirayet etmişti. Kutub kardeşler (Seyyid, Muhammed, Emine ve Hamiyet Kutublar adeta evimizin birer üyesi gibiydiler.) Seyyid Kutub’un “Yoldaki İşaretler”i yürüyüşümüzü aksatmıyordu. Nasır tarafından idamı, dünya Müslüman gençliği için adeta itici bir güç olmuştu.
Türkiye’de de Said Nursi ve “Risaleler” derinden gençliği kuşatıyordu.
Şimdi geçmişe dönük baktığımızda şöyle bir durum orta yere çıkmaktadır:
İslam âleminde gelişen fikri hareketlerin temel yapısı “İslam Devlet” anlayışına dayanmaktadır. Ortada, kaybedilen bir “Ümmet Devleti” vardır ve acilen bu ortaya çıkarılmalıdır, yoksa emperyalizm, tüm ümmet zenginliğini sömürüp durmaktadır. Bu nedenle tüm Müslümanlar birlik olmalı, aynı kaynaktan beslenmeli ve İslam Medeniyeti etrafında bütünleşmelidir. Yazılan ve okunan eserler de bunları kamçılamaktadır.
20. Yüzyılın başında en önemli varlılarını, devletlerini kaybeden İslam âleminin çeşitli arayışlara girmesi, farklı metotlar araması elbette kaçınılmazdı. Ortada bir sömürü, kimlik yitimi ve adeta yok oluş dururken bütün çabanın “kurtuluş”a endekslenmesi yadırganmamalıdır. Siperde roman yazılmaz, resim yapılmaz; can kaygusunun başladığı yerde sanat mağaraya girer.
Said Nursi hareketi, bu karanlık dehliz içinde yolunu kaybetmiş insanlara bir ışık tutuyor ve onlara çıkış yolunu gösteriyordu. Ne var ki bu hareket, İslam âleminde gelişen hareketlerle aynı metodu paylaşmıyordu. İslam âlemindeki gelişmeler “devlet endeksli” iken, Said Nursi hareketi bireysel oluşuma ağırlık veren bir görüntü sergiliyordu. Şöyle de diyebiliriz; Risaleler nüfus cüzdanı dağıtırken, İslam âlemindeki diğer oluşumlar pasapota endeksliydi. Nurculuk’ta siyasetten uzak durulurken, öbürlerinde bizzat siyaset vardı.
Evet, “Nurculuk” siyasetten uzak, Anadolu’da gelişen ve “iman hakikatleri”ne dayalı bir harekettir. Bugün gelinen noktada, “Hizmet” diye adlandırılan hareketin temelinde de “Nurculuk” vardır ve “Risaleler” bu hareketin zihin yapısını oluşturmuştur. Fakat şimdi görünen odur ki, “Hizmet” de siyaseti temel almakta ve hatta dünya siyasetiyle entegre olarak hareket etmektedir. Bu, aslında “Risale” çıkışına da ters bir duruştur ve diğer “Nur cemaatleri” tarafından da benimsenmemekte ve dışlanmaktadır.
“İslamcılık Hareketi” devletlerini kaybeden Müslümanların, yeniden bir devlet arayışının ürünüdür ve bütün oluşumlar da bunun üzerine yoğunlaşmaktadır. Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkması da bunun ispatıdır; çünkü bu dönemde devlet zayıflamıştır.
Osmanlı haritası arka duvara asılınca “Bunu buradan kaldırın, bu benim ufkumu karartıyor” diyebilen “Hocaefendi”nin, aslında hedefi daha büyük demektir. Buna da bir şey denemez elbet; ama artı ile eksinin çarpımının hep eksi olduğunu bilerek, eksi oluşumlarla “diyalog”un varlığı, sonunda eksiye çıkacağı endişesi taşıyan diğer Müslümanları da yadırgamamalıdır.
Çok kısa özetlemeye çalıştım olan ve gelişen olayları.
Ama bir şeyin altını çizmek gerekiyor:
Bir asırdan fazla bir zamandır sömürüye maruz kalmış, kaynakları ve devletleri işgal edilmiş, Müslüman kimlikleri aşağılanmış ve her şeyden önemli, nesillerinin geleceği tehlikeye girmiş, sonsuzlukları çalınmış… Müslüman aleminin emperyalizme karşı ayağa kalkması ve hakkını savunması kadar haklı bir hareket olamaz. İslam alemindeki gelişmeler, bir “hak patlaması” olarak değerlendirilebilir ve bu da kaçınılmazdı; çünkü uzun zaman insan topluluklarını aldatmak asla mümkün değildir.
Bugün kabul edilemez gözüken, “Müslümanların sırlarını ağyarla paylaşmak” olgusudur ve bu durum da yaraların açılmasına sebep olmaktadır.
Gerçekten aynı secdeye baş koyan insanlar, metot farklılığından dolayı bir sürtüşmeye girmişlerse, bunun aşılması çok zor değildir. Fakat derinden bir başka ayrılık varsa, işte burada uçurumların oluşabilme korkusu da gündemdedir. İnsanoğlunun dramı hiçbir zaman bitmez ve insan, ahrette başına neler geleceğini de pek düşünmez.
Dua: Ya Rab, sonsuzluğumuzu kaybettirecek hiçbir oluşumun içinde bizleri barındırma, gönlümüzü, kardeşlerimize karşı genişlet.
Ey Kabil, kardeşin Habil’i dünya menfaati için öldürürken bütün dünya senindi, dünyanın tapusu yoktu. Neden?
Sanatı hep dışımızda aramışız, meğer asıl sanat insan olmakmış!
YAZIYA YORUM KAT