Katedralde babamın vasiyetini hatırladım
Yıllar önce, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından, Türk çocuklarına Türkçe öğretmeni olarak Fransa’da görevlendirildim. Eylül ayının başıydı ve okulların da açılış zamanıydı.
Strasbourg’un tarihi caddelerini meraklı bakışlarla geçerek Türk Konsolosluk binasının önüne geldik. On öğretmen arkadaştık. Konsolosluk binasının merdivenlerini heyecanla tırmandık. Koordinatör öğretmen arkadaş bizlere mihmandarlık etti, konsolosla görüştürdü ve görev yerlerimizi bildirdi, görevlerimizi kısaca bizlere hatırlattı. Akşam kalacak olduğumuz otele götürdü ve uyardı:
“Yarın saat 09’da Strasbourg’ta okulların açılış töreni yapılacak, bizler de davetliyiz arkadaşlar; saat 08.30’da konsoloslukta olursanız iyi olur.”
Sabah hepimizde heyecan dorukta! Yöneticiler acaba tören esnasında neler söyleyecek? Hangi konulara vurgu yapılacak? Ertesi gün medya hangi başlıkları mürekkepleri aka aka manşete çekecek?
Söylenen saatten daha erken saatte, mahmur gözlerle konsolosluğa geldik. Tören, bir kilometre kadar ileride yapılacakmış. Strasbourg’un tarihi caddelerini görmek için tören alanına yaya gitmeyi tercih ettik.
On arkadaş, bir de koordinatör öğretmen olmak üzere on bir “aydın Türk öğretmeni”, tarihi, büyük bir binanın çevre duvarından içeri süzüldük. Bu da ne?
Burası bir katedralmış (kilisenin büyüğü). Koordinatör arkadaş bizdeki şaşkınlığı görünce gülümsedi ve duruma açıklık getirdi:
“ Arkadaşlar, şaşkınlığınızı anlıyorum, ama buna benzer şaşkınlıkları daha çok yaşayacaksınız. Hemen açıklık getireyim; burada okullar şehrin en büyük kilisesi olan katedralde ayinlerle açılır! (Yanımdaki arkadaşın “uf uf uuf!” oflamalarını hiç unutmuyorum.) Biraz sonra içeriye girince durumu daha net göreceksiniz.”
Hepimizin ağzından “Ama burası Fransa ve laikliğin merkezi; Türkiye’de böyle bir şey…”gibi cümleler dökülürken, rehberimiz bizi uyardı: “ Ama şimdi Fransa’dasınız ve artık yeni şeyler düşünmek zorundasınız.” Hımm!
Fransa’da okullar açılıyor ve biz Türk öğretmenleri bunu kilisede seyrediyoruz! Ya biz rüyadayız, ya da bizleri rüyalarda eğittiler! Şimdi galiba taşın sertliğine dokunuyoruz gibi.
Farklı düşünce yapılarına sahip öğretmen arkadaşların ağızlarından aynı cümle dökülüverdi: “ Ya Türkiye’de okulların açılış töreni camilerde zikirlerle yapılsaydı!..” Birisi fısıldadı: “ Bu söylediklerinizi aman kimseler duymasın, yerin kulağı var!”
Tören başladı. Etkileyici bir sahne. İlahi okumak üzere sahne almış bir grup öğrenci, özel dini kıyafetleriyle göz dolduruyor. Sahnenin önünde debdebeli kıyafeti ve edevatıyla Başpiskopos duruyor. Yanında papazlar ve kenarda rahibeler bir düzen içinde dizilmişler.
Müzik!
Çocuklar kendilerinden geçmiş bir şekilde ilahi okuyorlar. Şimdi daha iyi anlıyorum Mozart’ı, Beethoven’i, Bach’ı. Demek ki onlar da bu kilise korolarından geçmişler, geleneklerine yeni sesler katmışlar ve uygarlıklarının devamını sağlamışlar. Salonda sinek uçsa gürültü meydana gelir, herkes derin bir vecd içinde kendi dünyasının oluşumunu tamamlıyor. Batı’da hangi oluşumun içinde kilise/ İncil yoktur ki? Zaman içinde bunları görecektik.
İlahi devam ederken Başpiskopos elindeki düzenekle tütsü vermeye başladı. Önce sahnedekileri, sonra herkesi kutsadı. Papazlar boyun kırdılar, rahibeler dişiliklerini unuttular. Ardından, protokolde oturanlar ( Strasbourg valisi, belediye başkanı, eğitim müdürü ve diğerleri) bir bir ayağa kalkarak Başpiskopos’un yanına gittiler, kutsandılar, etek öptüler ve şaraba batırılmış kutsal ekmekten yediler ve boyun kıvırarak yerlerine huşu içerisinde oturdular.
Neler oluyordu öyle? Bizler acemilerdik, bilmiyorduk olup bitenleri. Şaşkına dönmüştük. Yüzyıllar boyunca hep böyle olmuştu buralarda. Laiklik yara almamış, “irtica” hortlamamıştı. Su içerken, ekmek yerken kimsenin tuhafına gidecek bir şey olur muydu? Onlar da su gibi, ekmek gibi yüzyıllar boyu ayinlerini devam ettiriyorlardı. Bunda ne tuhaflık olabilirdi? Galiba tuhaflık bizim kafalarımızda, zihinlerimize sokulan metal parçalarındaydı. Farklılıkları görmeden hayat, kapılarını aralamıyordu.
Rahmetli babam aklıma geldi o an, gözlerim buğulandı. Jandarma korkusundan hafızlığını ağacın tepesinde, meyve toplama bahanesiyle nasıl yaptığını gözyaşlarıyla anlatır ve bana: “ Evladım, korkudan diri diri taşıyamadığım, sayfa sayfa bir sevgili gibi göğsüme bastırdığım bu Kur’an sayfalarını sana miras bırakıyorum. Bu sayfalara kulak ver, babanın ve bir devrin kalp sektelerini duyacaksın!” diyerek hıçkırıklara boğulduğu, kış mevsimlerinin yalın ve soğuk odalarını hatırladım. Ağaç okulun talebesi babamı, kilisenin içinde Fatiha’larla andım.
Tören bitti ve bizler görev yapacak olduğumuz okulların bulunduğu illere dağıldık, katedralin zihnimize düşürdüğü kılçıklarla.
Fransa’dayken arada bir Türk medyasını izlerdik. Bazen hararetle atılmış şöyle manşetler bizleri gurbet içinde gurbete gömerdi:
“ İrtica liselere sıçradı!”
“ Laiklik elden gidiyor!”
“ Ordu göreve!”
Fransa’daki Türklerin bu manşetlere cevabı çok ilginç olurdu: “Allah belanızı versin!”
Ne olmuş? Filan lisede, iki-üç öğrenci terasta veya bodrumda namaz kılarken görüntülenmiş! Vay be!...
Eğitim, insanda kişilik geliştirme süreci ve sanatıdır. Erginlik çağına gelmiş bir gencin, nüfusunun yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülkede, vakti gelince her nerede olursa olsun namaz kılmasından, Rabbine secde etmesinden, daha doğal, daha huzurlu bir görevi olabilir mi? Fransa’da öğrenciler okullara Katolik rozetler takarak geldiklerinde, geçmiş günlerimin kaygan zeminlerinde habire uçurumlara doğru kayıyordum. Burada özel okulların yüzde sekseninin kiliselere bağlı olduğunu da kimse bana söylememişti.
Sevgili babacığım, senin bana emanet olarak bıraktığın Kur’an sayfalarını, Fransa’da bile canımdan daha kıymetli olarak sakladım; emanetine sahip çıktım. Biliyor musun, beni oralarda ayakta tutan senin emanetin oldu. Babacığım müsterih ol; o zaman yalnızdım, şimdi gürül gürül torunların da senin emanetini canları gibi koruyor ve hayat düsturu ediyorlar. Cennete buluşup Rabbimizle sohbet edene kadar sen rahat uyu.
YAZIYA YORUM KAT