KİMLİĞİNİZİ GÖRELİM
Amin Maalof, Ölümcül Kimlikler adlı kitabında kimliği şöyle tanımlar : Kimliğim beni başka hiç kimseye benzemez yapan şeydir
Maalof, her kişinin kimliğinin resmi kayıtlarda görünenle sınırlı olmayan bir yığın öğeden oluştuğunun da altını çizer. Bunlardan birkaçını şöyle sıralar : Bir dine, ulusa, bazen iki ulusa, etnik ya da dilsel bir gruba, az ya da çok geniş bir aileye, bir mesleğe, bir kuruma, belli bir sosyal çevreye; insan bir eyalete, bir köye, bir kabileye, bir spor takımına, bir arkadaş grubuna, bir sendikaya, bir işletmeye, bir partiye, bir derneğe, bir cemaate; aynı tutkuları, aynı cinsel tercihleri, aynı fiziksel özürleri paylaşan bir insan topluluğuna ait olduğunu hissedebilir.
Bütün bu aidiyetler, aynı derecede önem taşımazlar, ama hiçbiri de tam olarak anlamsız değildir.
Aidiyet kavramı, bireyleri toplumsallaştıran en önemli bir kavramdır. Siz kime, hangi topluma veya görüşe ait olduğunuzu tam olarak kestiremezseniz, kişiliğinizde erozyonlar baş gösterebilir. Böyle durumlarda toplumların topluluk haline dönüşme tehlikesi vardır. Toplum, amaçlı birliktelik, topluluk ise amaçsız kalabalıktır. Kalabalıklar aidiyetsiz, yani kimliksizdir ve belli bir güce sahip değillerdir.
Konuyu ben derinlemesine tahlil edecek değilim. Osmanlıdan sonra, Cumhuriyet Türkiyesinde bir kimlik oluşturabildik, dolayısıyla da aidiyet kavramını geliştirebildik mi? diye kendimize bir soru sormamız gerekmektedir, diye düşünüyorum.
Osmanlının genel aidiyeti din ( İslam ) üzerine idi. Bunun yanında alt kimlikler de korunuyordu. Onun dağılması yeni bir kimlik oluşturabildi mi? Bu kimlik nedir ve ne üzerine kurulmuştur? Cumhuriyetin ulusalcı kimliği, diğer alt kimlikleri ne kadar kendinde tutabilmekte ve onları kapsayabilmektedir? Aidiyet kavramı, bir nevi ruhun genleri gibidir; Cumhuriyet sonrası ruhun genleri nasıl gelişti? Bugün gelinen duraktan memnun muyuz? Değilsek, memnuniyetimizi arttıracak olan çareler var mıdır, nelerdir? Sorulardan çekinmemeliyiz; soru, hayra alamettir.
Bilirsiniz, ünlü yazar Tarık Buğranın Küçük Ağa adlı bir romanı vardır. TRTde dizi de oldu ve çok rağbet gördü. Bu romanın özelliği, ( Tarık Buğranın kendi sözleriyle ) Kurtuluş Savaşına cepheden ve Ankaradan, yani askeri ve politik açılardan bakmayan bir roman yazmak istedim. İnsanımızı neticeye göre değil, zafere ve yeni Devlete göre değil, bu sonuç ile bu Devlete giden zaman içinde yargılamak, değerlendirmek istedim. ( Tarık Buğra, Düşman Kazanmak Sanatı, Ötüken Yayınları, 1979 )
Bir eserde resmi ağız ve politik tutum çeşnisi varsa, onun sanat eseri ve dolayısıyla evrensellik taşıması artık söz konusu değildir. Buğra, Küçük Ağadan önce ve sonra yazılmış romanların resmi ağız ve politik tutum zaaflarının olduğunu söyler ve ekler : Hemen hepsi kahrolsun mağluplar diyor.
Altı yüz yıllık devlet geleneğine ve anlayışına göre yetişmiş
Mustafa Kemal gibi
Kuvvayı Milliye gibi isim ve sözleri ilk defa işitmiş insanlarımızı, bunlarla karşılaştıkları şartlar içinde değil de, çok sonraki durumlara göre yargılamak ilme de, sanata da ters düşer. Küçük Ağada bu hatadan sıyrılmak istedim. ( A.g.e S.349 )
Bir de kimlik ve aidiyet faktörünü ideolojik olarak algılayan, resmi ağız kullanıp, eserlerine politik tutum çeşnisi katan ve olaylara dar çerçeveden bakan bazı yazarların tutumuna bakalım.
Örneğin, Reşat Nurinin Yeşil Gece adlı romanına bir bakalım. Reşat Nuri, Emile Zolanın Hakikat isimli romanını çevirirken, papazların toplum içindeki olumsuz etkilerinden etkilenir ve Müslüman din adamlarıyla medreselerden, Şahin adlı kahramanıyla adeta öç almaya kalkışır.
Halide Edipin Vurun Kahpeye adlı romanı da bundan farklı mıdır? Kız Öğretmen Okulu mezunu olan Aliye, Anadolunun ışıksız, yolsuz köyünü aydınlatmak isteyen idealist bir öğretmendir. Ne var ki, Kuvvayı Milliye aleyhinde olan İmam Fettah Efendi buna mani olmaktadır. Bununla da bitmez, İmam Efendi, Yunan kuvvetleri komutanı Damyanos ile de işbirliği içindedir, yani haindir.
Bunun gibi daha onlarca roman vardır. Mesela, Fakir Baykurtun Kaplumbağalar adlı romanındaki kahramanlardan birinin adı Cennettir ve ağza alınmayacak sıfatlarla anılır.
Bütün bunlar, toplumun aidiyeti olan İslamı çirkin göstermekte ve din adamlarını da aşağılık konumuna düşürmektedir. Buna karşın Sefillerdeki papaz yüceltilmekte ve toplumun aidiyeti yara almaktadır. Aslında Türk aydınının dinle bir sorunu yok, onun sorunu İslamladır.
Sözü Tarık Buğraya verelim : Hain olmak kolay değildir; hele vatan haini olmak hiç kolay değildir. Kuvvayı Milliyeye güvenemeyenlere hain demek de kolay olmamalıdır. Osmanlıyı, Osmanlıya bağlılığı kesin olarak kötü, hatalı ve bozuk görmek çok sonraları ortaya çıkan bir sapıklıktır. Altı yüz yıl dimdik yaşamış, bir şah medeniyet kurmuş, o müziği, o edebiyatı, o mimarlığı ve o sosyal garantileri yaratmış bir devletin insanları, kurtuluş yolu için bir başka ve yeni otoriteyi, bir yeni bayrağı elbette kolay kolay benimseyemezlerdi; onların bu beklentileri trajik olarak kalmaz, övülmeye değer. Kurtuluşu herkes istiyordu; fakat kimin ve hangi bayrağın peşinde? Bu iki yol arasında sallantı geçirenlerin trajedisi yürek paralayıcıdır, hainlik değildir. Küçük Ağada bunu anlatmak istedim. A.g.e S.349 )
Kimlik ve aidiyet önemli kavramlardır. Maalesef, Türk aydınında kimlik oturmuştur ve aidiyeti sağlamdır diyemiyoruz; çünkü taklitçilik kimlik oluşmasında büyük engeldir. Bir toplumun bireyleri kime, neye, niçin ait olduklarını net bir şekilde içselleştirememişlerse, o toplum, evrensel mesaj oluşturamaz ve insanlığa pek bir değer katamaz. Bunu sağlayacak olan aydınlardı, o da can çekişiyor.
Yepyeni bir kimlik ve aidiyete her zamandan daha çok muhtacız ve bu ikili sabahı beklemektedir.
Not: Namazla Diriliş konferansları dolayısıyla, geçtiğimiz hafta sonu gittiğimiz Antalya/ Finike, Kumluca, Demre ve bu hafta sonu gittiğimiz Bartın, Ulus, Devrekteki halkımızın göstermiş olduğu yoğun ilgi ve misafirperverliğe teşekkürü borç biliyorum.
YAZIYA YORUM KAT