KÖYÜMDEYİM, ÇOCUKLUK MAĞARAMDA
Yaz gelince insan, çocukluk dünyasını özlüyor. Tatile çıkmak için değil, çocukluğuna koşmak ve çocukluğunu toplamak için baba ocağına koşası geliyor insanın. Ben de öyle yaptım ve çocukluğuma, baba ocağıma koştum.
Rize/ Pazar- Tütüncüler Köyü’nde, yani köyümdeyim. Yeşilin kucağında, mavinin dudağındayım. Kara yeşil, deniz mavi. Çocukluğumu duymaya çalışıyorum, ruhumun kulakları hassaslaşıyor ve derinden sesler duyuyorum: Babamın tok sesiyle birlikte, annemin merhamet yüklü nefesi ve diğer yakınlarımın uğultuya dönüşmüş sesleri iç kulağıma doluyor. Sesler arasında hüzünlenip kalıyorum. Çocukluk arkadaşlarım beliriyor gözlerimin önünde, lakin birçoğu hayattan çekilip varmış menzile. Oyunlar sergileniyor hafızamda; çekişmeli, barışmalı ve dostlukla biten. Hüzünleniyorum. Ve ben masalla gerçek arasında bambaşka bir zaman dilimini yaşamaya başlıyorum.
İnsanı ayakta tutan, ona güç veren, yaşama sevincini adeta içine zerk eden anne ve babasıdır; bir de can dostları, ruh kardeşleri, bunu derinden hissediyorum. Sevgiyle yüklü gücü kaybettiğinizde, hayat size gri rengiyle gözüküyor. Yeşilin, mavinin, beyazın tonları kayboluyor ve grinin sisler içinde görüntüsü ruhunuzu kekremsileştiriyor.
Yalnızsınız; paranıza, makamınıza, çevrenize rağmen çok yalnızsınız. Hele bir de siyasi arenanın boyalı dostluğuna aldanmışsanız, yalnızlığın ürpertici ıslığını içinizde bıçak saplanmış gibi duyarsınız.
Ve kendinize gelerek zaman ötesine geçersiniz:
Kötülerle bir arada bulunmaktansa yalnızlığı tercih edersiniz. Kötü bir kişiyi veya bir olayı görmektense uyumak evladır, dersiniz. Birdenbire zihninize göklü medeniyetinizden izler düşer: Uyuyayım da Ashab-ı Kehf’ten olayım, o sıkıntıda kalmak, Dikyanus’tan yana olmaktan yeğdir, diyerek gözlerinizi yaşanan zamanın karanlığına kapatır, imanın iç aydınlığına açarsınız. Değil mi, Ashab-ı Kehf’in uyanıklığı, zalim Dikyanus’a kulluk etmek olacaktı. Oysa uyku ise; şerefini, haysiyetini korumak, imanına sahip çıkmaktı. Zalim Dikyanus’a uymaktansa, onun kurulu düzenine, rejimine “evet” demektense bilgiyle ve bilgece uyumak, imanına sığınmak, Kıtmir gibi asırları ve aşkı solumak çok daha iyi değil miydi?
Kargalar güz mevsimi tarlalara, bahçelere uçuşunca, bülbüller gizlenir, susar. Gül bahçesi olmayınca bülbüller dut yemiş gibi suskun olur. İnsan, fıtratına denk gelen dost yüzü görmez, irfanî ses duymaz, ruhunu kalıba dökebilecek mekânlar /Medineler bulamaz ise, her taraf zifiri karanlığa boğulur. Bu durumda uyumak ve zamanın tortularının dinmesini beklemek, daha insanca bir davranış biçimi olsa gerek.
Ah Kıtmir, seni anlamaya çalışıyorum da beynim su kesiliyor adeta! Zamane krallarının sesini duydukça, senin sesinin yumuşaklığına, baygın gözlerine meftun oluyorum. Seninki nasıl bir aşktı ki, seni, mağaranın önünde üç yüz yıl bekletti? Hıh, aşkta zaman mı aranır? Zamansızlığın adı değil midir aşk?
Ya Maximillian? O tevhidî inanış, o kararlı duruş, o yalnızlıktan yontulan güzel anlar? Ya o arkadaşlar? Yüz yıllara zamanlar üstü meydan okuyanlar!... Olamaz mıyız? Kıtmir’in aşktan solan sarı rengine bürünemez miyiz? Mağara arkadaşları olup dünya Dikyanuslarına direnemez miyiz?
Ben önümüzde büyüyen “Elif Kuşağı”nı bu gözle görüyorum. İçlerinde Ashab-ı Kehf Mağarası büyüten bu gençler, Hakk’ın hâkim olduğu bir dünyaya uyanacaklar ve tekrar şehrin fırınından Besmele ile ekmek alacaklardır. Ben de onların aldığı ekmekle köyümde kahvaltı yapacağım!.. Allahu â’lem, önümüzdeki günler Maximillianların, Ahmetlerin, Hasanların, Hüseyinlerin, Fatihlerin; Ayşelerin, Fatımaların, Haticelerin… ruh mağarasında imanını demleyen gençlerin “Allahu Ekber” nidalarıyla çınlayan günler olacaktır.
“ Ali; misafirlerin geldi, aşağıya inebilir misin?”
Uyandırdınız beni mağaramdan. İnşallah Dikyanus ölmüş, Maximillian iktidar olmuştur.
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci
YAZIYA YORUM KAT