MEHMET ÂKİF’TEN SAİD NURSİ’YE GÜNÜMÜZ
Son zamanda yaşadıklarımız hüzün verici olduğu kadar da ibret verici. Özellikle dertli insanların dertlerini daha çok artıran gelişmeler hızla yayılırken, tırnaklarını birbirine sürterek düşmanlıkları körükleyenler de bayram ediyor. Kader yolundaki engeller aşılır aşılmasına da, geride kalan tortular uzun zaman artık kaybolmayacaktır.
İnsanlık tarihinde ve bizim de tarihimizde kardeş kavgalarına çokça rastlanır. Esasen insanın olduğu yerde barış kadar kavga da doğal görünür. Bu, insanın yaratılış süreci ve donanımıyla ilgilidir. Şeytanın ve nefsin mağlubu olmak hepimizin hem bireysel hem de toplumsal zaafımız olarak ortaya çıkar. Bunun yanında ruhun yüceliğine erişmek de yine insanın zaferi olarak karşımızda durur.
Osmanlı’nın son dönemi çok karışıktır; çünkü zayıflık, mikrobu faaliyete geçirir. Osmanlı’da da böyle olmuştur; zayıflığı, onu karmaşanın içine sokmuştur. Aslında Osmanlı’nın dağılma sürecindeki uluslar arası oluşumları çok iyi bildiğimiz söylenemez. Okuduğumuz tarihlerin hiç biri bunlardan söz etmez. “Dünya İslam Birliği” siyaseti gibi bir feraseti içinde barındıran İkinci Abdülhamid’i anlayan da pek olmamıştır. Orta Doğu enerjisine sahip olmak ve topyekün İslam’ı ortadan kaldırmak için Abdülhamid’e karşı olanları anlayabiliriz de, kendi içimizden ona karşı tutum ve davranış içinde olanları anlamakta çok zorlanıyoruz. Sonradan hatalarını anlasalar da (bu zevat), iş işten geçmiş, Osmanlı artık gitmiş ve ümmet perişan bir duruma düşmüştür.
Lütfen beni yanlış anlamayın, aslında çok sevdiğim insanlardan birkaç cümlecik söz etmek istiyorum:
Tarihe mal olmuş dört güzel insan: Mehmet Âkif Ersoy, Said Nursi, İskilipli Âtıf Efendi ve Mustafa Sabri Efendi.
Bunları çok iyi tanıyor ve seviyoruz millet olarak. Âkif, İstiklal Marşı ve Safahat’ıyla her gönülde bir kahraman olarak durmaktadır. Bediüzzaman Said Nursi, eserleri ve hayatıyla bir nesli yoğurmuştur. İskilipli Âtıf Efendi mağdur ve mazlum bir şekilde şapka davasından idam edilmiş ve bu mazlumiyeti de milletin bağrında yer etmiştir. Son Şeyhülislamlardan biri olan Mustafa Sabri Efendi’yi halkımız çok iyi tanımasa da okuyanlar onu bilir.
Bu güzel insanların adlarını niçin yazdım?
Bunların ortak bir yanı vardı, Sultan İkinci Abdülhamid’e karşı idiler! Olamazlar mıydı? Elbette muhalefet etmek onların da hakkıydı. Ne var ki, bugün baktığımızda bu dört insanın ictihadında hata yaptığını görebilmekteyiz. Bu dört insanın dünyada çektikleri çilelere baktığımızda, Allah’ın onları af ettiğine dair inancımız artıyor. Âkif, son 12 yılını Mısır’da adeta gönüllü sürgün içinde geçirerek dayanılmaz acılara gark olmuştur. Her şeyden önemlisi, çoluk çocuğundan uzak ve onların eğitimine yardımcı olamamanın kahrını hep içinde duymuştur. Çocukları hayatı perişan olarak yaşamışlar ve dünyadan öyle göçmüşlerdir.
Said Nursi, 35 yıllık sürgün hayatında dünya nimetlerinden uzak yaşamıştır. Dağılan bir devletin enkazı altında çok çileler çekmiştir. Evlenmeye bile fırsat bulamamıştır. Dünya nimetlerinin en üstünü olan evlilik nimetinden uzak kalmıştır. Oysa Allah: “ Sizi bir tek candan (Âdem’den) yaratan, ondan da yanında huzur bulsun diye eşini (Havva’yı) yaratan O’dur…” ( Âraf: 189) buyurmaktadır. (En iyisini Allah bilir) Bediüzzaman, evlenememekle bu “huzur”dan mahrumiyetini adeta kelimelerde bulmuş ve eserler vücuda getirmiştir. Onun eserlerindeki cümlelerde sanki bir müenneslik (dişilik) göze çarpar ve çekicilik hissedilir. ( Kardeşlerim beni bağışlasın, bunlar samimi duygularımdır, bundan kötü niyet çıkarılmasın.)
İskilipli Âtıf’ın hayatı ise feci şekilde sona erer: İdam!
Mustafa Sabri, Mısır’a göçer ve hayatı orada biter. Dağılan bir koca devletin enkazı en çok onları etkiler. İlginçtir, hiçbiri kendi neslini yetiştirememiştir. Rabbim, taksiratlarını af etsin ve onları bağışlasın, cennetiyle ödüllendirsin.
Daha dün bunlar yaşandı. Fethe giderken canımızı ortaya koyuyoruz, kardeşlerimiz adına candan geçebiliyoruz da, ganimetleri paylaşmaya sıra gelince birbirimizin boğazına sarılıyor ve kardeşliğimizi tedavülden kaldırıyoruz. Bu da bizim, insan olmamızın galiba bir değişik olumsuz boyutu olsa gerek.
Allah için yola çıkanlar çıplak olmalılar; böyle olurlarsa onları kimse soyamaz ve onlardan kimse kıskanmaz. Su gibi sürünmesini bilirsek, denize kavuşur, orda kardeşlerimizle bütünleşir, onun zevkini tadar ve sonra bulutlarla eski yerimize döneriz. Sürünmesini bilmeyenler, yükselmenin de tadına varamazlar.
Hz. Peygamber (AS) Mekke’yi fethettiği bir sırada, Mekke’den içeri girerken bir kral gibi değil, sakalları, devesinin eyerine değecek şekilde tevazu içinde Mekke’ye girmiş ve şu cihan çapındaki sözü söylemiştir: “ Ey insanlar! Aslolan dünya hayatı değil, ahiret hayatıdır!”
Bütün kavgalar, beyinde oluşan dünyevileşme urunun bir sonucudur. Bu ur, kanserden çok daha tehlikelidir. Bir dünya, bir kardeşinin kalbini kırmaya değer mi? Ne var ki, dünya direğini ayakta tutmak için de adalet gereklidir, adil devlet gereklidir.
YAZIYA YORUM KAT