MENFEZDE YAN YATAN ODUN
Ünlü Rus yazarı Dostoyevski’nin (1821- 1881) bir gece ansızın kapısı çalınır. Askerler odasına dolarlar. Onu tutuklarlar ve bütün yazılarına el koyarlar. Tam dört ay Saint Paul Kalesi’ndeki bir hücrede kalır. Günden güne gücünü kuvvetini kaybeder, kendisini ne ile suçladıklarını da bilmemektedir.
Birkaç heyecanlı arkadaşının toplantılarına katılmıştır, hepsi bu. Yine de en ağır cezaya çarptırılmıştır; kurşuna dizilmeye mahkûm edilmiştir. Gün ışırken dokuz arkadaşı ile birlikte hapishaneden alınmışlardır. Hepsine idam mahkûmlarının giydiği bir gömlek giydirilmiş, gözleri kapatılmış ve bir direğe bağlanmışlardır. Ölüm fermanı yüzlerine okunmuştur. Tam o sırada bir subay, ölüm fermanını Sibirya’da zindan cezasına çeviren Çar’ın lütfunu bildiren bir yazıyı okumuştur.
Dört yıl boyunca Sibirya’da ağır suçlularla, katillerle, hırsızlarla bir arada en ağır şartlarda yaşamaya mahkûm edilmiştir. Sadece İncil okuma izni verilmiştir. “Ölüler Evinden Anılar” kitabı onun buradaki hayatından kesitler sunar. “Suç ve Ceza, Karamazof Kardeşler…” gibi birçok eserleriyle insanlık akışını etkilemiştir, Dostoyevski. Bu çileleri çekmemiş olsaydı, sıradan bir Rus gibi ölüp gidecek ve adı anılmayacaktı.
Tarihe mal olmuş (müspet veya menfi) her büyük insanın hayatına baktığımızda el bebek gül bebek büyümediklerini görürüz. Herkesten farklı olan zekâları, düşünceleri, onları akıp giden anlayış ırmağından farklı biçimde akmaya zorlamıştır. Oysa ortada yaşanan gerçeklik, bu farklı anlayışa karşı büyük bir direnç göstermektedir. Kalabalıklar, yaşanan gerçekliğin sürüklediği bir yığın olmaktan öteye gidememiştir.
Ben bu durumu, yıllar öncesinde Doğu Karadeniz’de yaşanan bir olayla anlatmak istiyorum:
Köylere yolların gitmediği kırklı, ellili yıllarda halk, hem geçimini sağlamak, hem de kış mevsiminde ısınmak için tarlalarından odunluk kızılağaç keserlerdi. Engebeli tarlalardan eve odun taşımak neredeyse mümkün olmazdı. Yöre halkı da buna bir çözüm bulmuştu. Denizden on, on beş kilometre uzaklıklardaki tarlalardan kesilen odunlar, yörede çokça bulunan derlerden denize indirilirdi.
Özellikle sonbahar beklenir ve yağmurun bol yağması sonucu dereler büyüyünce, halk ayaklanır, imeceler yapılır ve odunlar derlere dökülerek sistemli bir şekilde denize doğru sürülürdü. Onca insan türküler eşliğinde odun sörfü yaparak kışa, hem parasal hem de ısınmak için hazırlık yapardı.
Fakat bunca odun denize doğru akarken, derede bulunan dar menfezlerde tek bir odun yan yatar ve diğer odunların akışını önlerdi. Yan yatan odunu oradan kaldırmadıkça, diğer odunların akışını sağlamak mümkün olmazdı. Bunca odun, o bir oduna adeta mahkûm olurdu. Fakat bir bilen gelir, elindeki testereyle o yan yatan odunu keser kesmez, diğer odunlar bir hışımla akmaya başlardı. Ardında atma türküler söylenir, neşeyle akış ve yürüyüş devam ederdi.
Büyük adamlar, ellerinde testerelerle tıkanan insanlık gidişini kesip açan ve kalabalıklara yol gösteren insanlardır. Onlar bunu yaparlarken bu işlerden kalabalıkların pek haberleri olmaz; ne var ki, “büyük adamlığa” soyunan rakiplerini hep yanlarında engel olarak görürler. Bu engeli aşmak için sürgüne giderler, çile çekerler, hatta öldürülürler; fakat çabaları boşa gitmez, onların bu çilesini bilen, sezen nesiller, bu mirasa sahip çıkarlar. Tıkanan bu odunu kesip yana atarlar ve halkın akışını sağlarlar.
Asırlık tıkanmanın önünü açmaya çalışan, tıkanmanın getirdiği asırlık bıkkınlığı, kırgınlığı, kızgınlığı, çürümüşlüğü ve “bizden adam olmaz” anlayışını yıkmaya çalışan kim varsa, bilinmelidir ki, onun düşmanları çok olacaktır. Halkın akışının önüne geçip, onların denizle buluşmasını önlemek isteyenler, daha önceden tarlalardaki ağaçları kesip, onları deniz sahiline götürerek karaborsadan mal satan yüzsüzlerdir.
Bu ara elinde testereyle dolaşan birçok insan orta yere çıkmaktadır, dikkat edilsin, odunlardan olduğumuz gibi, denizle buluşmamızın da önüne geçmesinler.
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci
YAZIYA YORUM KAT