MİLLİ ŞAİRİMİZE BUNLAR MI REVA GÖRÜLDÜ?
Sevgili okuyucularım, bugün istiklal marşımızın şairi merhum Mehmet Akif’in ölüm yıl dönümü. Milli şairimizin ebediyete uğurlanışı nasıl olmuş bir öğrenelim. Ona reva görülenler neymiş bir bakalım. 2000’li yıllarda Ailem Dergisinin Mehmet Akif özel sayısından alıntıladığım yazıyı sizlere aktarmak istiyorum. ”Merhumun hayatı, gönülden katlandığı, hiç yüksünmediği çilelerle geçmiştir. Her adımını, her hareketini Allah rızası için yapmaya gayret eden yüksek gönüllü bir Osmanlı münevveri olduğu için, hayat şartlarının zorlukları onu hiç yıldırmamıştır. Hayatının hiçbir döneminde ikbal peşinde koşmamış, ayağına kadar getirilen, tepsi içinde sunulan imkânları reddetmiştir. O, İstiklal Marşı için verilen 500 lirayı da milletine iade etmiş, kendi halinde bir mü’min, mütevazı bir münevver olarak hayatını noktalamıştır. Onun ölümü de, hayatı kadar hazin olmuştur. Cenaze merasiminde devlet erkânı yoktu, şatafat ve devlet töreni de yoktu. O, üniversite gençliğinin elleri üzerinde taşınarak ebedî istirahatgâhına defnedildi. Mezarı bile onlar tarafından yapıldı; ama Akif, bugün, Anadolu gençliğinin önünde bir haysiyet örneği olarak pırıl pırıl parlıyor. O, “Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir...” diyor. Ama bizler onu hatırlıyoruz. (Ve bıraktığı gibi hakka tapmaya devam ediyoruz. Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklal.)
Yirmi yıllık devlet memurluğu, üç yıllık vekillik, “İstiklal Marşı”, “Çanakkale Destanı” ve “Safahat” şairliğinden sonra, işsiz ve maaşsız ortada kalan Akif, başka sıkıntılar sebebiyle de, vefat edeceği 1936 senesine kadar Mısır’da vatanına hasret olarak yaşamıştır. Hayatının son günlerinde İstanbul’a gelmiş ve burada Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Takvimler 27 Aralık 1936’yı göstermektedir. Günlerden pazardır ve ruhunu Rahman’a teslim eylediği an saatler 19:45’i göstermektedir. Vefat ettiği zaman, talebeleri ve sevenleri, cenazesini gözyaşlarıyla bir bayrağa ve Kâbe örtüsüne sarmışlar, onu Kur’an ve İstiklal Marşı ile uğurlamışlardır. Mehmet Âkif’in cenazesine bir hukuk öğrencisi iken katılan Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer, “Akif’in cenaze töreni” başlıklı yazısında o günü şöyle anlatıyor: “O zamanların, ülkemizde egemen tek partisinin otoriter düzeni içinde kimse idare ile çelişkiye düşmek istemediği için basında Mehmet Âkif’in yurda dönüşü ve hastalığının seyri hakkında pek fazla haber yayınlanmazdı. Ama milliyetçiliği ruhunun derinliklerine en güçlü biçimde sindirmiş bulunan gençlik olarak, idarenin İstiklal Marşı’nın yazarına karşı gösterdiği bu ilgisizlikten çok üzülüyor idik...(...) Bizler bu alana geldiğimizde namaz saatinin yaklaşmış bulunmasına rağmen bir tabuta rastlamadık, hep birlikte bekliyoruz. Birden lokantanın ön kısmına bir cenaze arabasının geldiğini gördük. İki kişi üzerine örtü dahi konulmamış bir tabutu indirdiler. Yoksul bir fakirin cenazesinin getirildiğini düşünerek bir kısım arkadaşlar yardıma teşebbüs ettiler. Fakat tabutun Mehmet Akif’e ait bulunduğu anlaşılınca bir anda yüzlerce genç ağlamaya başladı. Cenazeyi getiren kişi, o zamanın havası içinde belki de çekiniyor ve sürekli olarak “Ne için ağlıyorsunuz; tabutun örtülerini burada koyacağız.” gibi sözlerle genel teessürün bir düzensizliğe dönüşmemesini temine çalışıyordu. Gençler hemen Emin Efendi Lokantası’nın bayrağını alarak tabutun üstüne örttüler; sonra merhumun bir kısım yakın arkadaşları gelmeye başladı; ama ne vali, ne belediye reisi ve ne de tek partinin zimamdarlarından hiç kimse ortalarda yoktu. Cenaze artık tamamıyla gençlerin sorumluluğunda kalmıştı. Gençler, büyük bir ölüye gösterilmesi gerekli saygı ve vakar içinde, hiçbir tahrike kapılmaksızın cenazeyi omuzlarında Edirnekapı Mezarlığı’nın Şehitlik karşısında bulunan kısmına taşıdılar. Dini merasim yapılmadan önce hep bir ağızdan hançerelerimizi patlatırcasına İstiklal Marşı’nı söyledik. Kutsal marşımızın genç hançerelerden çıkan ve gök gürültüsünü andıran nağmeleri içinde cenaze mezara konuldu. Merhumun arkadaşları hep ağlıyorlardı.” (Tercüman Gazetesi, 5 Ocak 1987. Aktaran M. Ertuğrul Düzdağ, M. Akif Ersoy, TC Kültür Bakanlığı Yay. S. 147. Ankara, 2002)Mithat Cemal Kuntay ise o günü şöyle anlatıyor: “Cenaze Beyazıd’dan kalkacak. Oraya gittim. Kimseler yok. Çok sonra birkaç kişi göründü. Biraz sonra çıplak bir tabut geldi. ‘Bir fıkara cenazesi olmalı’ dedim. O anda Emin Efendi Lokantası’nın sahibi Mahir usta, elinde bir bayrakla cenazeye koştu. Sebebini anlamadım. Yine o anda yüzlerce genç peyda oldu. Üniversitenin büyük sancağına çıplak tabutu sardılar. Ellerimi yüzüme kapadım. Cenazeyi tanımıştım. Al sancakla siyah Kâbe örtüsüne sarılan tabut, üniversite gençliğinin bir ürperme manzarası alan elleri üstünde gidiyordu. Cenazenin arkasından yekpare bir karaltı yürüyordu. Bunda bir damla “teşkilat” yoktu, bunlar bir işaretin, bir teşekkülün topladığı insanlar değildi; kendi kendilerine gelenlerin saflarıydı; sırf cenazeye gelmiştiler ve bu, şahidi olmayan güzel bir dostluktu.” (Mehmed Âkif, Mithat C. Kuntay, s. 174. TİMAŞ Yay, İst.)
Niye o şairin cenazesinde konuştun!
Aynı tarihte Edebiyat Fakültesi’nde okumakta olan ve Talebe Cemiyeti ile Milli Türk Talebe Birliği’nde de görevli bulunan merhum Prof. Dr. Abdülkadir Karahan da cenazeye katılmış ve Mehmed Akif Ersoy’un mezarı başında bir de konuşma yapmıştır. Hatıralarını 10 Ocak 1992 tarihli Türkiye gazetesinde anlatan Prof. Karahan, cenaze merasiminden sonra başına gelenler için şunları yazmaktadır:
“Benim o büyük, o eşi az bulunur Milli Marşımızın eli öpülecek şairimizin kabri başındaki hitabemin takdir yerine adeta tekdirle karşılanmak istenmesini bugün bile bir muamma gibi çözemediğimi de işaret etmek isterim. Çünkü üç gün sonra beni Yüksek Öğretmen Okulu’ndan Emniyet Müdürlüğü’ne istediler. Bir şube müdürü beni sorguya çekti. “Ne sıfatla, resmi makamların törene gerek görmediği bir şairin kabri başında konuşma yaptığımı” sormuştu. Cevabım yaklaşık olarak şöyleydi: “Ben herhangi bir şairin değil, Türk bayrağı göndere çekilirken yazdığı İstiklal Marşı ile göklere seslenen bir zâtın kabri başında milletimin duygusunu, saygısını dile getirdim. Beni buraya çağırmakla hata işlemiş bulunuyorsunuz.” (http://www.timeturk.com/tr)
Demek ki milli şairimiz bunu hak ediyormuş! Bu topraklar bu değerleri bize cömertçe sunarken bizler o değerleri mezarlarında bile rahat bırakmıyoruz. Bu günün demokrasi kahramanlarına, sadece Tevfik Fikret’i hatırlayanlara ama İslama vurgu yaptığı için M. Akif denilince ürkenlere ilaç olarak İstiklal Marşımızın on kıtasını öneriyorum. Yazımızı yine Akif’in dizeleriyle bitiriyorum. Eyvallah.
Zulmü Alkışlayamam
Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ boğarım!..
- Boğamazsın ki!
- Hiç olmazsa yanımdan koğarım.
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;
Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle,
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle!
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırma da geç git, diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
YAZIYA YORUM KAT