NOSTALJİ
Gençlik günlerimi özlüyorum; hiçbir karşılık beklemeden hak ve hukuku savunduğumuz günleri!.. Haksızlık karşısında kabaran alın damarlarımızın hasreti hep içimde; şimdi o damarlarda eskisi gibi şenlik yok! Kalp damarlarımızın yağlanması gibi ruh damarlarımız da yağlanmış!
1970’li yıllarda, sıkılı yumruklarımızla ve akan gözyaşlarımızla “Hak Yol İslam Yazacağız.” marşını okurken, dünyanın hiçbir şeyi umurumuzda değildi. Ne bir iktidar kavgası peşindeydik, ne bir taht-makam sevdasındaydık; ne de bir korkunun esiriydik. Acemi, toy oğlanlardık; fakat çok samimiydik. Asr-ı Saadet anlatıldığında gözlerimizle birlikte gözyaşlarımız da yere düşer, derin duygulara dalardık. Biz Asr-ı Saadet olurduk, Asr- Saadet biz olurdu. Necip Fazıl’ın “Çöle İnen Nur”unu topluca okur ve hıçkırıklarla gözyaşlarımızı silerdik.
Bizler ta o zamanda Moro Müslümanları’nı, Açe Sumatra’yı, Sovyetlerdeki Müslüman azınlıkların içler acısı durumunu, Afaganistan’ı, Keşmir’i, Balkanları, Türkistan’ı… daha bilmem neyi ve neleri bilir, üç-beş arkadaş, kimi zaman gözyaşlarımızla, kimi de kahramanlık duygularımızla buraları anardık. Seyyid Kutublar, Mevdudiler, Said Havvalar, Muhammed Kutublar; Ali Şeriatiler, Abdülkadir Udehler… evrensel duygularımızın bestelerini yaparlarken; Necip Fazıllar, Cemil Meriçler, Sezai Karakoçlar, Nurettin Topçular, Ahmet Cevdet Paşalar, Said Nursiler nokta atışlarla bizleri evrensel bestelerin tınısıyla tanıştırırlardı. Ne günlerdi, o günler!..
Bir arkadaşımızın dünyevi kaygıyla bir söz söylediğini hatırlamıyorum; bütün dert, Ümmet’in derdiyle dertlenmekti, İslam coğrafyasının işgaliydi, sömürüydü ve bütün bunların üstesinden nasıl gelineceğinin hesabını yapmaktı. Hiçbir “izm”e prim vermemiştik; biliyorduk ki, beşeri yapılanmalar zaaf yüklüydü ve bizlerin sonsuzluk yolculuğumuzun önünde büyük bir barikattı. Bütün bunları aşmak için İslam’ın sonsuz açılımına gönül bağlamış ve bu uğurda her türlü çileyi göze almıştık.
İnanın, bugün konuşulan bazı konuları, bizler ta o günlerde konuşup bir kenara koymuştuk; yani hükmümüzü vermiştik. Osmanlı ve Cumhuriyet’le ilgili düşüncelerimizi, yakın tarihimizin serencamını ta o zamanlarda doğru bir yola oturttuğumuzu gün gibi hatırlıyorum. Bugün bile konuşmaktan çekindiğimiz konuları içeren birçok kitap okuyorduk. Bizim nesil, okuyan nesildi. Okuduğumuz yeni ve ilginç konuları, kendi aramızda paylaşmak, tartışmak en büyük zevkimizdi.
Geçmişin aynen yaşanması elbette imkânsızdır. Zamanın dilini konuşmaktır aslolan; lakin bu dil kekeliyor veya incitiyorsa, ruhunun tercümanı olamıyorsa işte o zaman hüzün mevsimi sökün etmiş demektir. Yetmişli yılların civan delikanlıları, bir şeyler söylemeyecek misiniz? Hepinizin eli kalem tutuyor, dili kelam ediyor. Bizler bu dünyaya taş toplamaya, ahır kurmaya mı gelmiştik? İman, duyuların mahkümü değil, duyguların efendisidir.
Özlüyorum, öğrencilik yıllarımızın soğuk ve fakat ateş yanmayan odalarında sabahlara kadar “dâva”mız adına gözyaşları dökerek yapmış olduğumuz candan sohbetleri! Bir Ali gibi, bir Ebuzer, Bilal gibi çarpan yüreklerimizle dünyanın bize ne kadar dar geldiği günleri özlüyorum. Okumalarımız ve sohbetlerimiz esnasında, bazı arkadaşlarımız dayanamaz, derinden bir “off” çeker ve odayı terk ederdi. Arkada kalan arkadaşların da gözleri buğulanırdı. Birkaç kişiydik belki, ama tek kalbimiz vardı. Kim bir güzel yiyecek, meyve vb bulursa onu yemez, mutlaka eve getirir ve aramızda paylaşırdık. Cebimizde paramız mı vardı sanki, ama olanı da bir yere koyar, tek elden harcardık. Bugün kütüphanemde, o günlerde ortak aldığımız kitapları görünce gözlerim buğulanıyor. Bir akşam namazını cemaatle kılarken gözlerim kararmış ve yere düşmüştüm. Evdeki üç arkadaşım, can dostlarım beni apar topar hastaneye kaldırmış ve sabaha kadar yanımda nöbet tutmuşlardı. Birbirimizi cadde veya sokakta görsek, okul çıkışlarında karşılaşsak, adeta bir nurla karşılaşmış gibi olur ve içimiz aydınlanırdı. Ben o sevgiyi, o dostluğu özlüyorum; çünkü o dostluk iman dostluğu idi.
Dağdan aşağıya pırıl pırıl akan pınar suların, ovalara yayıldıkça kirlendiğini veya kaybolduğunu hep biliriz; bu bir doğa yasasıdır. İnsanlar gözelerinde (fıtratlarında) tertemizdirler. Aktıkça, çoğalıp toplumların içinde debelendikçe kirlenir veya kaybolur. Ne yazık ki, pınarları bile artık gözelerinden değil de pet şişelerden içmeye mahkümüz.
“Bilmeyen ne bilsin bizi/ Bilenlere selam olsun.”
İnsan olmak zor değil, meğer insan kalmakmış zor olan!
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci
YAZIYA YORUM KAT