Oktay Ekşi bile çark ettiyse...
'AKP ve Gülen'i Bitirme Planı'nın orijinalinin ortaya çıkmasıyla bazı ezberler bir bir bozulmaya başladı.
'AKP ve Gülen'i Bitirme Planı'nın orijinalinin ortaya çıkması, daha önce belgeye peşinen sahte muamelesi yapan yazarlara geri adım attırdı.
İlk özür Vatan yazarı Necati Doğru'dan gelirken, Hürriyet Gazetesi Başyazarı Oktay Ekşi, bugünkü yazısında şaşırttı. Ekşi komplo belgesi konusunda ezber bozdu.
Oktay Ekşi, 25 Haziran'daki yazısında belgenin gerçekliği konusunda meydan okumuştu:
“Belge” denen yazı bir fotokopi olduğu için (...) ...Jandarma’nın, Emniyet’in, Adli Tıp Kurumu’nun laboratuvarlarına başvurmuş. Hepsi ana hüküm olarak “fotokopiye bakarak imzanın gerçek olup olmadığının anlaşılamayacağını” söylemişler. Nitekim askeri savcılık da, “Belge yok, fail yok, suç yok” sonucuna vararak dosyayı Cumhuriyet Başsavcılığı’na göndermiş. “Var diyen varsa buyursun” diyerek."
Ve işte Oktay Ekşi'nin bugünkü yazısı:
Cam duvar
TOPUN tüfeğin yenemeyeceği tek güç vardır. Ona “gerçek” derler. O güç döner dolaşır bir gün kendisini dayatır ve kabul ettirir. Galiba Albay Dursun Çiçek imzalı “İrtica ile Mücadele Eylem Planı” başlıklı belge konusunda döndük dolaştık, “gerçeğin kabul edilmesi gereken noktaya” geldik.
Dünkü bir kısım gazetelerde, özellikle de konuyu kamuoyuna “AKP ve Gülen’i Bitirme Planı” başlığıyla duyuran “Taraf” Gazetesi’nde yayımlanan, “İhbar Mektubu”, zihinlerdeki kuşkuyu nerdeyse tamamen silecek kadar inandırıcı görünen bilgiler içermekteydi.
Konu yasalarımıza göre “gizli” kalması gereken bir boyut içerdiği ve Ceza Yasamızın hükümlerine göre “yargı sürecini etkileme” gibi bir eylem sayılabileceği için mektubun içeriğine girecek değiliz.
O bağlamda söyleyebileceğimiz tek şey var:
Ortaya çıkan gerçeklerin yasal ve ahlaki sonuçları ne ise herkes, onun gereğini yapmalıdır.
Ama bu mektup olayı başta olmak üzere, konunun bir tarafında bulunan Genelkurmay Başkanlığı bağlamında söylenecek şeyler olduğuna inanıyoruz.
Bizim Silahlı Kuvvetlerimize -bunu derken tabii en üst düzeydeki komutanlarına demek istiyoruz- anlatamadığımız bir şey var:
“Madem ki biz bu milletin en fazla inandığı ve güvendiği bir kurumuz, her söylediğimize inanılır. O nedenle istediğimiz gerçeği istediğimiz şekilde sunarsak bu tartışmasız kabul edilir” diye düşünmek yanlıştır.
Elbet hepimizin bildiği bir gerçektir ama, tekrarlamakta yarar var:
Artık Enver Paşa’nın 70-80 bin askeri Sarıkamış dağlarına gömmesine rağmen kimseye hesap vermediği dönemde değiliz.
O nedenle Silahlı Kuvvetlerimiz, Türkiye’nin 1946’dan beri içinde bulunduğu “demokratik sistem”in gereklerine kendini artık uydurmalı ve “hesap sorulamazlık”tan, “hesap sorulabilirlik” zeminine geldiğini kabul etmelidir.
Bu dediğimiz cuma günleri Ankara’daki gazete muhabirlerine önceden hazırlanmış -çoğu kez içi boş- bir metni okumak ve böylece “kamuoyunu bilgilendirdik” sanmakla tamamlanacak bir şey değildir.
Başka kurumların “saydam” olmasını istemeye ne kadar hakkımız varsa, Türk Silahlı Kuvvetleri’nden de -ulusal güvenliğin gizli olmasını gerektirdiği bilgiler dışında- aynı şeyi istemeye hakkımız vardır.
Dahası, bunu bizler istemeden bizzat Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yapması yani sivil halk ile kendisi arasındaki cam duvarı kendi elleriyle kırıp halka açılması ilk ihtiyaçtır. Bunun örneklerini Amerikan ve İsrail ordularında bulmak mümkündür.
Komutanlar şunu kabul etmeliler ki, bu ulus kendi askerini her zaman baş tacı etmekten mutluluk duyar. Ama onun, askeri bağrına basmaya her an hazır olmasına rağmen, aynı sıcaklığı Türk Silahlı Kuvvetleri’nden gördüğünü söylemek mümkün değildir.
“Daha ne yapalım?” diye soranlara, biraz araştırma yapmalarını tavsiye ederiz. O zaman yapacak çok ama çok şey olduğunu göreceklerdir.
HABERE YORUM KAT