Orhan Pamuk'un ilk orucu
Orhan Pamuk, ilkokul son sınıfta ilk kez ne için oruç tutmuş? İçten yazılan bu makale, Türkiye'de elit sayılanların İslam'a bakışlarını da ortaya koyuyor.
Orhan Pamuk'un yaşamından kesitler sunan makalesi, Türkiye'de elit sayılanların İslam'a bakışını somut ifadelerle ortaya koyuyor.
Oruç tutmadığı halde iftarı bekleyen bir ailenin ferdi olarak yetişen Orhan Pamuk, hizmetçi kadın Esma Hanım’ın evdekilere sormadan kendisini camiye götürmesiyle başlayan dini literatürle ilk temasından, çok sevdiği ilkokul öğretmeninin hatırına tuttuğu ilk orucu yazdı…
İşte o yazı:
Ne babaannem, ne de ondan sonraki kuşaktan amcalarım, yengelerim, babam, annem, bir gün bile oruç tutmazlardı ama Ramazanlarda iftar saati, oruç tutanların iştahıyla beklenirdi. Akşamın erken bastırdığı kış günlerinde babaannem misafirleriyle poker ya da bezik oynarken, iftar bir çeşit fırında ekmek ve çay saatine dönüşür, kâğıt oynarken sürekli bir şeyler atıştıran bu yaşlı ve neşeli kadınlar iftar saati yaklaşırken tıkınmayı bırakır, oyun masasının yanına, dindar bir zenginin konağında görüleceği cinsten, çeşit çeşit reçelli, peynirli, zeytinli, börekli, sucuklu bir iftar masası özenle kurulur, radyoda iftar saatinin yaklaşmakta olduğunu sezdiren ney çalarken babaannemle misafirleri, sanki sabahtan beri açmışlar gibi sabırsızlıkla “Daha ne kadar var” diye sorarlar, top atıldıktan sonra da, aşçı mutfakta bir şeyler yesin diye bekledikten sonra kendileri de hırsla yemeğe başlarlardı. Bugün bile, ne zaman radyodan ney sesi işitsem ağzım sulanır.
Camiye ilk götürülüşüm, din ve İslâm konusundaki temel önyargımı doğrulamaya yaradı. Resmî gezi değildi bu: Evde kimseciklerin olmadığı bir öğleden sonra, hizmetçi kadın Esma Hanım, ibadet aşkından çok, evde canı sıkıldığı için kimseden izin almadan beni camiye götürdü. Teşvikiye Camii’nde, Nişantaşılı zenginlere hizmet eden hizmetçiler, aşçılar, kapıcılar ve arka sokaklardaki küçük dükkân sahiplerinden yirmi otuz kişilik bir kalabalık bir ibadet havasından çok, bir dayanışma ve arkadaşlık ruhuyla halılara oturmuş, namaz vaktini beklerken fısıltıyla dedikodu yapıyordu. Onlar namaz kılarken aralarında gezindiğimi, caminin kuytu köşelerinde koşturup bir şeyler oynadığımı, kimsenin de beni azarlayıp durdurmadığını, hatta cemaatteki pek çok kişinin, çocukluğumda hep olduğu gibi, bana tatlı tatlı gülümsediğini hatırlıyorum. Dinin yoksullara ait olduğunu bir kere daha öğrenmiş, ama gazetelerdeki karikatürlerin, evdeki Cumhuriyetçi havanın aksine dindarların zararsız kişiler olduklarına hükmetmiştim.
Ama bu insanların saf ve iyi yanlarıyla, inandıkları şeyler arasında bir çelişki olduğunu, bunun da modernleşme, Avrupalılaşma ve kalkınma gibi büyük tasarıları zorlaştırdığını, evin içindeki küçümseyici havanın zaman zaman otoriter bir öfkeye dönüşmesinden anlardım. Bizler yalnız mal mülk sahibi olduğumuz için değil, Batılılaşmış ve “pozitivist” olduğumuz için de hükmetme hakkına sahip olduğumuz bu “cahil” insanların tuhaf itikatlarına fazla bağlanmalarına yalnız kendi çıkarlarımız için değil, memleket çıkarları için de şiddetle karşı çıkmalıydık. İş yapması gereken bir elektrikçinin namaza gittiğini öğrendiğinde, babaannemin iğneleyici dilinin yarıda kalan küçük bir tamire yönelik olmaktan çok bizi geri bırakan gelenek ve alışkanlıkları hedef aldığını da çocuk aklımla anlardım.
Gene de çocukluğumda dinin emirlerine boyun eğdiğim zamanlar oldu. İlkokulun son sınıfındayken mesela, gözüne girmekten pek hoşlandığım, bir gülümseyişiyle mutlu olup, kalkan bir kaşıyla dertlendiğim-ve şimdi de pek tatsız ve otoriter olarak hatırladığım-bir öğretmenim vardı. Bu beyaz saçlı, asık suratlı yaşlı kadın “dinimizin güzelliklerini” benim hissettiğim ve korktuğum gibi bir inanç, iman ve alçakgönüllülük sorunu olarak değil, bir akılcılık ve faydacılık estetiğiyle sınıfa heyecanla anlatırdı. Ona göre Hazreti Muhammed orucu, nefsine hâkim olmak kadar, sağlığa iyi gelen bir “perhiz” olduğu için de o kadar önemsemişti. Ondan yüzyıllar sonra güzelliklerine düşkün şimdiki Batılı kadınlar perhizin ne kadar hayati bir şey olduğunu yeni keşfediyorlardı. Namaz da zaten kan dolaşımını arttıran, gövdeyi zinde tutan bir çeşit jimnastikti. Günümüzde her gün milyonlarca Japon yazıhanelerinde, fabrikalarda bir düdükle çalışmayı durduruyor, tıpkı namaz kılar gibi, beş dakika jimnastik yapıyor, sonra gene işlerine dönüyorlardı. İslâm’ın bu yararcı ve mantıkçı sunumu, içimdeki küçük pozitivistin gizli gizli beslediği iman aşkı ve fedakârlık ruhuna uygun düşünceyle, bir Ramazan günü, ben de oruç tutmaya karar verdim.
Bunu öğretmenimizin etkisiyle, onun hoşuna gitmek için yapıyordum ama ona söylemedim. Anneme kararımı söyleyince onun biraz şaşırıp, biraz sevinip, biraz da endişelendiğini gördüm: Dinî hiçbir alışkanlığı olmamasına rağmen annem aramızdaki en
“ne olur ne olmaz, inanayım bari”ciydi, ama gene de oruç tutmanın Batılılaşmamışların bir alışkanlığı olduğunu biliyordu. Konuyu ağabeyimle babama hiç açmadım bile. İçimdeki iman aşkı, daha ilk orucumu bile tutmadan utanıp saklanması gereken bir şey haline gelmişti. Yaşlı öğretmenimden edindiğim dinî görevler konusundaki pozitivist belagat da ailedeki sınıfsal simgeler konusundaki hassas, şüpheci ve alaycı duyarlılık ve söylem karşısında daha ortaya çıkmadan yenilgiye uğramıştı. Orucumu kimselere çaktırmadan, övünmeden, herhangi bir “aferin” beklemeden tuttum. Belki de annemin on bir yaşındaki bir çocuğun oruç tutmasına gerek olmadığını söylemesi gerekirdi bana. O ise iftar için bana sevdiğim çöreklerden, ançuvezli ekmeklerden özenerek bir şeyler hazırlamakla yetindi. Bir yandan küçük oğlunda bir Allah korkusu olduğu için memnun olduğunu, bir yandan da bende manevi acılara, çile çekmeye herkesten hevesli tahripkâr bir yan var mı diye endişelendiğini gözlerinden okumuştum.
HABERE YORUM KAT