PARA VAR, KADIN VARSA MESELE YOK!..
“Aldanmanın iki yolu vardır.” der, filozof Kiergaard: “Birisi gerçek olmayana inanmaktır, diğeri ise gerçek olanı reddetmektir.”
Hayatın içinde her iki anlayışın varlığını görmek mümkündür.
Gerçek olmayana inanmak, nefsin bir oyunu gibi geliyor bana. Özellikle parasal alanın hâkim olduğu zihinlerde kol gezer bu anlayış. Hafif meşrep bir duruşu vardır. Kurduğu hayalin gerçek olabileceğinin sığ inancı ve basit heyecanın kurban gönüllüsüdür. Elindeki yüz lirasını hiç emek sarf etmeden iki yüz lira yapmanın peşinde koşar. Menzile ulaşan pek görülmemiştir.
Son günlerde gündem oluşturan ve büyük paralarla anılan ünlü futbolcuların dolandırılma olayı bu tip aldanmanın bir sonucu olsa gerek. “Yüzde yüz kârla” milyon dolarlar ikiye katlanacak ve “saltanat” pürüzsüz devam edecek. Geçmiş dönemlerde bu ve buna benzer “dolandırıcılık” olayları yaşandı ve buna alet olanların hepsi kaybedenlerden oldu. Bunlar bilinmesine rağmen “gerçek olmayana inanma”nın gücü yine de çok insanlar üzerinde etkisini sürdürmektedir.
İnsan çok boyutlu bir varlık. Dış görünüşüne, boyuna posuna bakarak insan anlaşılamaz. Ruh dünyasının bahçesi görülmeden ne ekip biçtiği bilinemez. İnsan, davranışlarının sonucunda kimliğini izhar eden bir varlık. Sadece parasal konularda değil, hayatın her safhasında “gerçek olmayana inanan” milyonlar, milyarlar vardır. Piyango biletlerinden milyarlar kazanacağına inanan, at yarışından, toto – lotodan milyarlar kazanıp hayalinde renkli dünyalar kuran, gece bunları düşleyerek sabahlara kadar uykuları kaçan nice “insan”lar vardır! Yılbaşı geliyor, piyango kuyruklarına bakın, gerçek dünyadan kopmuş çok insan göreceksiniz.
Siz, kadayıfın ne kadar tatlı ve leziz olduğunu anlatsanız da onu tatmayan birisine kadayıfı tanıtamazsınız. Saatlerce kadayıfın ortaya çıkma serüveninden, nasıl ve nice olduğundan söz etseniz de bir anlam ifade etmez; fakat bir tutam alır da onu o kişinin ağzına verirseniz, o da diliyle onun tadını alırsa, kadayıfı ona tanıtmış olursunuz.
“İslâm budur” demekle İslâm tanıtılmış olmaz; onu yaşanır kılarsanız İslâm’ın tadına varılır ve bundan sonra aradaki kaçamaklara “günah” denilir ki, bu, “gerçek olmayana inanmak” değil, gerçek olandan utanarak kaçmaktır. Bu utangaçlık ve bilmek, insanı iman alanında tutar.
Fakat; hayat boyunca hiçbir şekilde hakikat mektebinde tedris görmemiş, kadayıfı diliyle tatmamış bir insanın, zaman ve zemin elverişli olduğunda, meydanlardaki görüntüsünün aksine, emeğe saygılı olmayacağı ehlince bilinen bir gerçektir.
“Gerçek olanı reddetme”ye gelince;
Bu, gören gözün, tutan elin, işiten kulağın, tadan dilin, koklayan burnun kütleşmesi, işlevini kaybetmesi olayıdır. Bu durumda insan artık kütleşmiş ve “kendi gerçeğinin kurbanı” olmuştur. Evet, her insanın bilgisi, kültürel yapısı, medeniyet algısıyla bir kendi gerçeği vardır; fakat bu “gerçeği” HAKİKAT terazisinde test etmedikçe, o “gerçekler” insanı boğar ve toplum korkunç ve anlamsız boğuk bir sesin kurbanı olur. (Bu sesler kulağınıza gelmiyor mu? Ya da bu seslerle örülü bir dünyada yaşamıyor muyuz?)
İnsan nefs, şeytan ve ruh denilen “üç adı bilinen muamma”yla birlikte yaşamaktadır. Nefs ve şeytanın barışarak hareket etmesi, ruhun esaretini doğurur ve insan kaybedenlerden olur. Ruh terbiyesinden geçen, yani İslâm’ı içselleştiren insan, nefs ve şeytanın arasını bozarak onların gücünü kırar; böylece gerçek özgürlüğün tadını dünyadayken de alır.
“Gerçek olmayana inanmak” sığlığın ifadesi. “Gerçek olanı reddetmek” ise, Firavun, Ebu Cehil, Ebu Leheb…lerin çok bilmişlik ve tanrılık yarışı! Her ikisi de insana çok şeyini kaybettirir.
D. Ali TAŞÇI (dalitasc@hotmqil.com) Twitter:@DaliTasci
YAZIYA YORUM KAT