PISA, ÇOCUKLARIMIZI “STRES”E SOKTU
OECD’nin üç yılda bir yayınladığı ve ülkelerin eğitim sistemlerini ölçtüğü 2016 “Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Raporu” (PISA) açıklamasına göre, Türkiye, “okuduğunu anlamada” 64 ülke arasında 37. sırada yer almış. Diğer dallar da buna benzer.
“Okuduğunu anlama” çok önemli bir başlık. Bir öğrenci veya kişi, okuduğunu, duyduğunu anlamakta zorlanıyorsa, orada düşünce adına bir şey geliştirmekte zorlanırsınız. Her zorluk bir biçimde şiddeti doğurduğundan, hayatınız çekilmez olur ve siz hayata hep olumsuz yönleriyle bakarsınız, içiniz kararır.
Okuduğunu anlamak için dilin gelişmesi şarttır. Dil gelişmemişse, sığ sularda yüzersiniz ve derinliklere kulaç atamazsınız. Yazdığınız kitaplardaki kelimeler yetersiz olacağından, düşüncenin derinliklerine dalıp elmas fikirler çıkaramazsınız.
Cumhuriyet’le birlikte “dil devrimi” de söz konusu oldu. Bunun için Türk Dil Kurumu kuruldu. 1932’de Türk Dil Kurumu’nun birinci toplantısında genel sekreterliğe Agop Dilaçar adında bir Ermeni getirildi ve bu adam 1932’den 1979’daki ölümüne kadar 47 yıl bu kurumun başında bulundu. ( Mustafa Kemal’e “Atatürk” soyadını teklif eden de bu adamdır.) Köken meselesi olarak bakılmasın, Türkçeyi emanet ettiğiniz kişinin derununda bu toprağın Medeniyet ve kültürüyle yoğrulmadığı vehameti yatmaktadır; bunu göz ardı etmek olabilir mi? Nitekim Agop Dilaçar işin başına geçince şöyle diyecektir:
“ Artık Türkler İslam’la ilişkilerini kesmişler, onları İslam’dan uzak tutmak için, dilden ilk çıkaracak olduğumuz kelime “havas” (seçkin önderler) olmalıdır.”
“Bunların asıl niyeti Türk kültürünün yaşayan geleneğini ortadan kaldırmaktır. Bu düşüncenin esas yanlışlığı Türk’ün dışında Osmanlı diye ayrı bir millet icat etmesiydi. Osmanlı Devleti bir Türk devletidir, dili de Türkçedir. Zaten bugün dil âlimleri “Osmanlıca” diye bir dil tanımazlar, sadece Osmanlı Türkçesi derler.” (Prof. Dr. Erol Güngör, Yaşayan Türkçemiz, c.1, s. 169)
Mesele, medeniyet ve kültür meselesidir. Dil, elbette gelişecektir; çünkü canlı bir organizma gibidir; ama zorlamayla, kültürünün ana taşlarını yok etmekle olmamalıdır. Bugün gençlerimiz anlama ve anlatmada zorlanıyorlarsa, bunun ana sebebi dildeki kısırlıktır; tıkanmadır. Bir örnek vereyim:
STRES Kelimesini ele alalım. Bu kelimenin asırlarca kullandığımız dilimizdeki engin karşılığını görelim ve dudağımız uçuklasın! Buyurun:
“ Dert, gam, kahır, keder, gussa, yeis, tasa, mihnet, elem, üzüntü, sıkıntı, endişe, kasvet, nedamet, melâl, hüzün, hüsran, hicran, ızdırap, inkisar, kâbus, hafakan, teessüf, teessür, vehim, buhran, matem, gaile…”
Siz bu kadar zenginliği daracık bir deliğe sokarsanız, elbette “stres”e girersiniz.
Mesela “hâkim” kelimesine “yargıç” dediniz. “Denize hâkim bir villa” yerine, “denize yargıç bir villa” mı diyeceksiniz? Sonra “hâkim, muhkem, muhakeme, mahkeme, hüküm, hükümdar…” gibi aynı kökten gelenleri ne yapacağız?
“Acele”ye “ivedi” dediniz. Deyin, ama aceleyi aceleye getirmeyin. Edebiyatımızdaki, kültürümüzdeki “acele”leri ne yapacağız?“Mektup yazdım acele / Al eline hecele.” tarzındaki mânilerimizin yanında, atasözlerimiz:
“Acele bir ağaçtır, meyvesi pişmanlık.
Acele etsen de iş olacağına varır.
Acele ile kalkan pişmanlıkla oturur.
Acele şeytandandır.”
Daha buna benzer birçok atasözünü irfan dünyamızdan kaldırırsınız.
Ya deyimlerimiz:
“Aceleye gelmek, Acele ile faka basmak, Acele etmek, Acelen ne, kelle mi götürüyorsun?..”
“İnşallah” yerine “umarım” kullanılıyor. Bu bir tesadüf değildir. İnatla ve ısrarla medeniyetimizin bir dalını kesmeye çalışıyoruz. Bununla dini duygularımız zayıflatılmakta, huzur verici bir kelime iç dünyamızdan adeta kovulmaktadır. İnsan inandığı dininden, değer yargılarından, hatta Allah’tan söz ederken hiç utanır mı? Maalesef, kutsallarımızdan söz etmekten utanır duruma düşürdüler ve sonradan da “yaşam biçimi dayatması” diyerek, vaveylayı koparıyorlar. Asıl “Yaşam biçimi dayatması” bu olsa gerek. Edebiyatı, kültürü budanan bir millet, meyvesiz ağaca benzer ve birileri onu yakmak için keser; itiraz eden de bulunmaz.
“Kamûs, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamûsa uzanan el namusa uzanmıştır.” ( Cemil Meriç )
Türkiye’nin en büyük sorunu eğitimdir. Fen derslerinin evrenselliğinin yanı sıra, sosyal bilimlerin yerli ve milli olması gerekmektedir. Biri zihni yapıyı oluştururken, diğeri zihniyeti meydana getirmektedir. Zihniyetinizi, kendi medeniyetinize yabancı bir uygarlıktan devşirirseniz, ortada bir ucube teşekkül eder ve bunun adı da eğitim olmaz. O zaman da çocuklarınız, gençleriniz “stres”in içine sıkışıp kalırlar.
PISA sınavlarında ileri olan çocuklara bakın, kendi uygarlıklarını asla küçümsememişler, milli ve yerli kimlikleriyle sınava girerek başarı elde etmişlerdir. Biz ise, Cumhuriyet tarihi boyunca çocuklarımıza cedlerini kötüledik ve onları kökleriyle tanışmaktan uzak tuttuk. Böylece de köksüz yetişmeleri için elimizden gelen her türlü gayreti (!) gösterdik ve bunu adına da “eğitim” dedik. Sonra da “Pısa” sınavlarında, çocuklarımızın, dünya çocuklarından daha aşağılarda puan aldıklarını gördük. Yeni müfredat doğrultusunda hazırlanacak olan kitaplar, çocuklarımızı, inşallah (Allah nasip ederse, izin verirse) kendi öz medeniyetleriyle biraz olsun tanıştırır.
Osmanlı sonrasında, kökleri Osmanlı’da olmayan ve medeni dili alabildiğince ve bir kuyumcu titizliğiyle kullanan bir yazar yetiştirebildik mi? Mesela bir Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl, Ahmet Rasim, Refik Halit Karay, Cemil Meriç… Neden? Adana’da çay yetişmez mirim!
“Kamu Buyrun Tüz Bölemi” Bu nedir, desem, anlamsızca yüzüme bakarsınız. Ama bu, Cumhuriyet Halk Partisi’nin Ataç’ça söylenişidir!
“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak,
Haykırsam kollarımı makas gibi açarak.” ( Necip Fazıl)
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci
YAZIYA YORUM KAT