PKK SORUNU DEĞİL, REJİM SORUNU
Terör örgütünün elebaşılarından biriyken yakalanan ve müebbet hapse mahküm olan Şemdin Sakık’ın 3 Ağustos 2009 tarihli gazetelere yansıyan görüşleri ibret verici. Kendisinin de şiddet görerek büyüdüğünü belirten Sakık şunları söylüyor:
“Hem de şiddetin her türlüsüyle. Ama beni, annemi ve kardeşlerimi yoksulluğa, ama daha önemlisi yoksunluğa düşüren babamdı. Babam Muş’un o zamanki zenginlerinden olduğu halde, ikinci eşi olan annemi, beni ve kardeşlerimi dışladı, ortada bıraktı. Üvey kardeşlerim bolluk, refah içinde yaşarken biz karnımızı doyurma, kışı donmadan geçirebilme mücadelesi veriyorduk. Böyle bir durumda kendi acılarından çok annenin, öz kardeşlerinin sefaletine öfke duyuyor insan.”
Bu itiraflar sıradan sözler değildir. Zor deneyimlerin, hayatın arka yüzüyle tanışanların pişmanlık yüklü kelamlarıdır. Sağduyu sahibi herkes, özellikle ülkeyi yönetenler, bu itirafları dikkate almalı ve ön yargıdan soyunarak “Güneydoğu sorununa veya Kürt sorunu” yaklaşmalı ve bu bağlamda çözümler üretilmelidir.
Ülkemizin en önemli sorunu aşksız, vecdsiz, şevksiz, bencil, zevkine düşkün (hedonist), şöhreti ve şatafatı seven, şehvet düşkünü insanlar üreten bir eğitim sisteminin silindirinden geçen insanların, yönetimin başında uzun yıllar kalmalarıdır. “On yılda on milyon genç yaratan”ların bu sorunları çözemeyeceği artık aşikârdır. “Kendisi himmete muhtaç bir dede, nerde kaldı başkasına himmet ede.”
“İyi vatandaş” yetiştireceğiz teraneleriyle “iyi insan” paranteze alındı. Bugünkü “ulusalcılık” anlayışının temelinde işte bu “iyi vatandaş” aldatmacası yatmaktadır. Beyinler ve nesiller ideolojilere kurban edildi. İşler ters gidiyordu, çünkü rayına oturmamıştı. Böyle olunca, başarısız olanlar, intikamlarını, milletinin değerlerine düşman kesilerek aldılar. İçki masalarına, fuhuş ve rüşvete koştular; mafya oldular. Kimi dağlara çıkarak PKK oldu, kimi de ulusalcı kesilerek Ergenekon’a dâhil oldu. Dağlarda elinde silah, zihninde yasak düşüncelerle ömür tüketen gençlerle, şehirde bilmem hangi eğlence merkezlerinde ruhunu kemiren, şehvet ve zevk kurbanı gençler arasında yoksa bir fark mı görüyorsunuz?
Şemdin Sakık, çarpık aile ve çevre anlayışının bir kurbanı. O, Güneydoğu’nun acı meyvesi. Batı’daki ve Kuzey’deki bir başka insan da kurbanlıktan kurtulabilmiş midir? O, Kürtlük adına dağa çıktı (Aslında babasından ve kardeşlerinden intikam almak içindi.), beriki “ulusalcılık” adına yüz yılımızı yedi. Her iki tarafta da nice ülke gençleri heba olup gittiler. Bir ülkenin gerçekten ayağa kalkması için bu musibetlerin yaşanması gerekiyor muydu? Belki.
Şiddet, bireysel olarak bir kişiye uygulanabildiği gibi, topluma da uygulanabilir ve sonuçları daha vahim olur. Soruyorum, bu ülkede inançları uğruna başlarını örten genç kızlarımıza uygulanan “ulusalcı şiddet”i ölçebilecek bir alet var mıdır? Bu kızlarımızın dünyaları karardı, ümitleri katledildi. Bazıları inançlarıyla, yaşadıklarını tolere edebilseler bile, yüz binlerin “ah”ları öyle kolay silinir mi sanılıyor?
Sakık devam ediyor:
“Örgüte katılan herkesten, önce geniş bir özgeçmiş alıyordum. Güçlü bir aşiretten, zengin bir aileden, mutlu bir ortamdan gelip örgüte katılan hiç kimseye rastlamadım. Örgüte katılanlar benim gibi dışlanmış, ailesinden, çevreden şiddet görmüş insanlardı.”
Sakık, hem psikolojik, hem toplumsal ve de ekonomik sorunları dile getirirken önemli yaraları deşmektedir. Ne var ki bu topraklarda bir asra yakındır, inançları ve kabulleri uğruna dışlanan, horlanan insanlar dağa çıkmadılar. Bin yıldır yaşadıkları topraklardaki ‘sinsi işgal’in bir gün biteceğini hep hissettiler. Sabırla direndiler, yıkılmadılar ve ümitlerini hiç yitirmediler. Ne var ki onlar silah yerine duaya sarıldılar. Duaları kabul olmak üzeredir.
Sakık yaşadıklarını anlatmaya devam ediyor:
“Çıktığım dağlarda neler yitirdiğimi bir ben bilirim. Dağa çıktıktan sonra kişilik, duygu, düşünce ve yeteneklerimi yitirdim. Önce kendimi, sonra çevremi kaybettim. Neyim varsa hepsi birden yok olup gitti; geçmişim, bugünüm, geleceğim, sağlığım, kişiliğim, umutlarım, hayallerim, ailem, akrabam ve dostlarım… Geride özüme aykırı bir maske yerleşmiş olarak kaldı yüzümde. Kaşlar çatık, surat asık, gözler dumanlı ve boşlukta asılı kalmış saç-sakal karışmış, her tarafı kirli bir maske. Şiddet ortamının yarattığı maske…”
Şemdin Sakık ve diğerleri, yüz yıldır yanlış dizayn edilmiş bir yapılanmanın acı ürünleridir. Kimileri pamuk ipliğiyle bağlı inançlarını kaybetti, isyan etti ve dağlara çıktı; kimileri de başına gelenleri içine gömdü ve içinde okyanuslar büyüttü. Bu okyanuslarda boğulanlar boğuldu, sağ kalanlara ise, sahile çıkma yasağı kondu.
İmam-Hatiplere katsayı uygulaması, sahile çıkma yasağı değilse, nedir?
Öyle diyordu bir bayan gazeteci, TV ekranından:
“İmam Hatip mezunlarının hâkim, savcı, doktor, yönetici olmalarını istemiyoruz; çünkü onlar iş başına geçince içkiyi yasaklıyorlar!”
Onların bu korkularını anlamak gerek; çünkü hayat algıları “içki, seks, şöhret ve para” üzerine kurulmuştur.
Yakup Kadri – ki, Cumhuriyet’e kan verenlerin başında geliyor- “Ankara” adlı belgesel nitelikli romanında üç tip çizer: Asker, bürokrat ve sanatçı. Romanın sonunda üçünün de başarısızlığını görürsünüz.
Milletin bin yılda demlediği, içselleştirdiği değer ve inançları yok saymak, onlara düşman olmakla medeni bir toplum oluşturulmuyor. Ülkenin sadece PKK sorunu yoktur, rejim sorunu vardır.
Nasrettin Hoca telaşla evin kapısının önünde bir şey aramaktadır. Ne aradığını soranlara: “Paramı kaybettim, onu arıyorum.” der.
“Nerede kaybettin Hoca?”
“İçeride.”
“Ama sen dışarıda arıyorsun!”
“İçerisi karanlık!”
Karanlıkta ışık yakmayanlar, kaybettiklerini hiçbir zaman bulamayacaklardır.
PKK, bilerek veya bilmeyerek, “Ergenekon” yani “ulusalcı” anlayışın habis bir urudur. Bu urun deşilmesi ve ışın tedavisi görmesi gerekmektedir. Bu ışının adı “İslam”dır. Bunun için ehil ellere ihtiyaç vardır. Nefsini arındırmamış, sonsuzluk duygusuyla donanmamış insanların işi değildir bu. Bugüne kadar bu meselenin çözülemeyişinin temelinde yanlış reçete ve uygun olmayan doktor problemi yatmaktadır.
Bu ülkenin inanç, kültür, medeniyet haritası yeniden oluşturulmadan hiçbir sonuca varılamayacağını söylemek ne kehanettir, ne de keramet.
Kim bilir, bir musibet, belki bin nasihatten evla olur.
YAZIYA YORUM KAT
Yazinizi buyuk ilgiyle okudum, fakat bir cumle aklimi karistirdi ...
Yanıtla (0) (0)"Ne var ki onlar silah yerine duaya sarıldılar" diye yazdiniz ... silaha sarilanlar kullaniliyorlar, buyuk oyunu gormeden bilmeden boyle yaptilar.
Devletin gorevi onlari bu oyundan korumakti ... Devlet dedikte fakat o zamanki Devlettir bu oyunu kuran.
diger yorumlara birsey demeyecegim...ama Seyfullah Bey, sunu iyi bilin ki sayin Tasci hicbir zaman, asla ve kat´a , hayatinin hicbir döneminde ülkücülük akimindan olmamistir, sakin baska biriye karistiriyor almayasiniz!?.
Yanıtla (0) (0)yaziyi da kimse anlamamis zaten, her zamanki tipik, yaziyi anlamadan hatta bazilari okumadan yorum yapmis..
Sayın D.Ali Hocam sizleri tebrik ediyorum,bu güzel yazınızın devamını diliyorum. Ben bir pazarlı olarak yazılarınızın yüzde doksanını beğenerek okuyorum. Yorumcuların yorumlarına kulak verme. Siz bildiğiniz yolda yürüyorsunuz. Yorumlarda siyası görüşlere yer verilmiş, hiç uzaktan ilgisi yok. Sizleri tebrik eder sizleri ALLAHA emanet ediyorum.Selamlar ve sevgilerimi gönderiyorum.
Yanıtla (0) (0)Hocam bu sorulara tek tek ve de yüreği ile cevap verebilecek arkadaşlar vardır mutlaka bekliyorum bende sizler gibi...
Yanıtla (0) (0)Dursunali Bey'i öğrencilik yıllarından tanırım. O da beni iyi tanır. Ancak bu yazının başlığı faullu.İçindekilerin çoğuna da itirazım var. ancak iyi niyetinden de şüpheli değilim. Etnik ırkçılık yapanlarla ve Bop'tan fonlananlarla aynı çizgide olduğunu da düşünmüyorum. Selamlar gönderiyorum.Ali Taşpınar-RİZE
Yanıtla (0) (0)Bu yazının açılım la ilgili yönü tartışıladursun, ben inancın yaşanamadığı, topraklardaki sinsi işgal, Duaları kabul olmak üzeredir. Gibi yönlerine takıldım. Bu konuda devam edeceğim. İnşallah yazı bir süre daha yayında kalır.
Yanıtla (0) (0)Her Müslümanın görevi İslamı Peygamber Efendimizin devrindeki anlayış ölçüleri içinde öğrenip kavrayabilmesidir. İdeal İslam ilk asırda uygulanan din dır ki ilk asır İslamiyetini bütün vasıflarıyla tanıdığımızda eğriyi doğruyu seçmemiz çok kolay olacaktır.
Peygamberimizin sünnetini en iyi anlayan, yorumlayan ve uygulayanlar hiç kuşku yok ki onun ashabıdır. Ashabın uygulamalarından da çok net biçimde görüyoruz ki; Peygamberimizin sünnetine tabi olmak, onun her hareketini şekli manada taklit etmek demek değildir. Bu noktada en güzel örnek Hz Ömerdir. Büyük halife, sünnetin uygulamasında şekle takılıp kalmaz, Sünnetin hedef ve hikmetini göz önüne alırdı.
Örnekler çoktur.
Resulullahın en yakınlarından olması sebebiyle, hangi tatbikatın değişmez vasıfta olduğunu, hangilerinin zamanın şartlarına göre şekillenebileceğini yakinen takdir etmek iktidarındaydı. Ona göre esas olan, Sünnetin ruhudur, manasıdır, şekli değil.
Günümüz Türkiyesinde pek çok Müslüman aile, ev ziyaretlerinde kadın erkek ayrı oturmayı sünnet gereği olarak görmekte, bir masa etrafında birlikte yemek yemeyi İslam ahlakına aykırı zannetmektedirler.
Hz. Ömerin bu noktada bize yol gösterir nitelikteki şu uygulamasını bilgi ve takdirlerinize sunmak istiyorum.
23/644 yılında Hz. Ömer, Gatafanlı Seleme İbn Kaysı Irak cephesine ordu komutanı tayın etmişti.
Kumandan Seleme, kazanılan zaferler sonucu toplanan mallar arasında gördüğü mücevheri (hilye) bir adamıyla halifeye göndermek ister. Bu elçi hadiseyi şöyle anlatıyor:
Müminlerin emirine vardım. Çoban gibi asasına dayanmış, (fakir) halka sabah kahvaltısı yaptırıyor, Kazanların arasında dolaşıp gerekli emirleri veriyordu. Bu iş bittikten sonra bir eve girdi, kendisini takip ettim, sonra bir odaya girdi. İzin istedim, selam verdim, yanına girdim. Kıl çul üstüne oturmuştu, lif doldurulmuş iki deri yastığa yaslanmıştı, birini bana attı, üzerine oturdum. Avluya açılan bir selamlık dairesinde küçük bir perde vardı. Halife: Ya Ummu Kulsûm, kahvaltımız! dedi. Hanım ona, yanında tuz bulunan zeytinyağlı ekmek getirmişti. Ömer: Ya Ummu Kulsûm, gelip bizimle birlikte bundan yemezmisin? dedi. Hanim: Zannedersem yanında birisi var. Diye sordu. Ömer: Evet, kanaatimce bizim buralardan değil dedi. Anladım ki Ömer beni tanımıyordu. Hanımı bunun üzerine: Adamlarının yanına çıkmamı isteseydin İbn Caferın kendi hanımını, Talhanın ve Zubeyrin kendi hanımlarını giydirdikleri gibi beni de giydirirdin dedi. Halife ona şu cevabi verdi: Halkın sana; Ali ibn Ebi Talibin kızı ve müminlerin emiri Ömerin zevcesi demesi yeterli değimli? Sonra bana dönerek: Buyur ye! dedi. Bizim hanim kırgın olmasaydı sana bundan daha güzel yemek çıkarırdı. (Teberi, Tarih, 1, 27152716)
Bu hadiseden çıkarılabilecek sonuçlardan birisi, Müslümanların halifesi Hz. Ömer gibi bir zatın, şahsen tanımadığı bir Müslümanı yemeğe alıkoyduğunda, kendi hanımını da birlikte yemek yemek için sofraya davet etmiş olmasıdır. Hatırlatalım ki, Halife Hanımını ki Hz. Alinin kızıdır, sofraya gelmekten alıkoyan husus, el yanına çıkacak değerde elbisesinin olmayışıdır yoksa misafiri namahrem görmesi değil.(1)
Şimdi, İslamı Hz. Ömerden iyi anlayıp uyguladığını iddia edenler! Lütfen hurafeye takılıp kalmayalım. Bu ülkede sinsi işgal yok, sinsi işgale 1920 de son verilmıştır. Dini yaşayalım hurafeyi değil.
(1) Hadis Tedkikleri, M.Said HATİBOĞLU, s.175176.