SAĞOLASIN LEYLA İPEKÇİ
Leyla İpekçi’yi dünya gözüyle hiç görmedim, tanımam. Hayatı hakkında da, sosyal medyadaki kısa notlar dışında, neredeyse hiçbir bilgim yok. Ünlü gazeteci Abdi İpekçi’nin yeğeni olduğunu da medyadan öğrendim. Ne var ki, kendi içinde bir “dönüşüm” yaşadıktan sonra yazdığı yazılar hep dikkatimi çeker olmuştu.
Bu yazılar sıradan yazılar değildi; ıstırap çeken bir yüreğin incileşmiş kelimeleri gibi geliyordu bana. Varlık sancısının derin feryadı duyuluyordu bu satırlarda. Kulakla duyulacak sesler değildi bunlar, yüreğini koyanların işitebileceği sızılardı.
Ulaşabildiğim yazılarını zevkle okudum; içimde dualar coştu pınar pınar. Kalemi değil de vicdanı, kalbi konuşuyor. Kayıplarının boşluğunu uyuşturucularla kapatmaya çalışanlara inat, bulduğunun sarhoşluğunu, hakikat kervanına dâhil olabilmenin sevincini ve hüznünü ilmek ilmek ördüğü satırlarından akıtıyor. Sesi, nefs bataklığında boğulanların böğürtülerine benzemiyor; Meryemî sükûtunu, Muhammedî nura katarak Davudî nağmeler eşliğinde vadilerde yankılanıyor; bu nedenle diriltici ve ruhlara soluk aldırıcıdır.
21 Kasım Cumartesi günkü Yeni Şafak’taki yazısını ( Şam akşamına bir mum! ) okurken de bu maverai yolculuğuna şahit oldum. “Merkez güç”ün tam ortasında olmasına rağmen, “la” diyebilme asaletini kendisinde göstererek, “illa” burağıyla aşka yol alıyor ve Rabiavi bir tavır sergilemesiyle de kimliğini ortaya koyuyor. Mazlum seslerin inleyen nağmelerine kendi sesini de katarak, aşk orkestrasının bir üyesi olduğunu cümle âleme duyuruyor.
“Kendi içine kapandıkça ufku genişleyen” İpekçi, içindeki güneşle tanışma nimetini ve bunun getirdiği heyecanı zaman zaman satırlarına yansıttı. “ Benim ayrılık içinde olmam daha tatlı/ Kavuşma içinde kucaklaşmaktan onunla./ Çünkü kavuşmak anında nefsimin kölesiyim ben/ Oysa ayrılık anında Sevgilimin kölesi…” diyen İbn Arabî’nin sesine ve duyuşuna, duruşuna hayran. Gönül tellerini akort edebilen kim hayran değil ki ona? Karanlık denizlerde boğulurken İbn Arabî’nin can simidine tutunarak, Sevgililer Sevgilisi’nin gemisine binebilmek, her insana nasip olamayan bir müjdeli kurtuluştur. Özü mümbit olanların hakkıdır, özgürlük.
Halkın içinde boğuşurken, Hakk’ın sesini ayırt ederek maverai nağmelere sesini katmak; yokluk deryasına atlayıp Var olanı müşahade etmek, Leyla İpekçi’ye fıtri bir kimliğin de armağan edildiğinin işaretlerini veriyor. Kulun fiili Külli iradeyle çelişirse, kulun mutsuzluğu kaçınılmazdır. Bu mutsuzluğu kul, bin bir dolambaçlı yollardan halkın üzerine akıtmaya çalışır, rahatlamak için. Adana’da çay yetişmez ki ama! Fıtrat tohumunu Allah’ın irade buyurduğu toprağa ekmedikçe, insanın yetişmesi nasıl mümkün olsun? Vahyin aydınlatmadığı topraklarda biten mantarlar zehirlidir, mirim.
Leyla İpekçi, cüzi iradesini Külli irade açılımında kullanmaya gayret gösterdiği için ( yazılarından bunu anlıyorum), bir mum gibi gönüllere süzülebiliyor. “ Bir şulesi var ki şem-i canın / Fanusuna sığmaz asumanın.”
Öyle hissediyorum, Sayın İpekçi muztaribdir. Kendi iç yolunda yolculuğa başlayan bir insan muztarib olmasın da ne yapsın? Çünkü bu yol ve yolculuk sonsuzluğa çıkıyor; yol uzun, haramiler uyanık. Hz. Mevlâna; “ İbadet, evrenle bütünleşmektir.” der. Evren genişliğindeki kalbini sevgiliye açıp, tüm “var”ları bir Var’da eritmek!.. “ Melâli anlamayan nesle aşına değiliz.” diyor ya şair; bunlar, kuyularda Yusuf’la tanışmayanların anlayabilecekleri şeyler değildir elbet. İçindeki “öteki”ni eritip suyun birliğine ulaşabilenlerin hayretlerine evren hayrandır. Çile; evrenin, insan kalbine üfürdüğü tevhid sesinin sarhoşluğunun insanda uyandırdığı duygunun adı olsa gerek. Akıl sarhoşluğu değil bu, gönül sarhoşluğudur. İşte asıl sanatçılar, bu seslere beste yapabilenlerdir. Ah kapasite körlüğü!..
Hikmet, Şeriat’ı uygulama anında açılan yeni kapıların adı olsa gerek. Her insan kapasitesince, yeteneğince ve en önemlisi de imanınca bu kapıdan içeri girer ve gönül dünyasının delişmen rüzgârlarına akıl uçurtmasını teslim eder. Akıl bir göktedir, bir yerde; ne fark eder, ipin ucu gönüldedir ya!
Kitap / yazı vardır; tek tek okursunuz, analiz eder, eleştiriye tabi tutarak okura maddeler halinde sunarsınız. Anlaşılırdır, somuttur; soyutunun bile bir durağı vardır, somutu işaret eder; çünkü onu yazan maverai yolculuktan mahrumdur. Ama kitap / yazı vardır; bütünlük içindedir, somutunun içinden bile mücerret sesler yükselir; bir cümle koparsanız ondan, bütünüyle dağılıverir. “ Ne anladın bundan?” deseler, hiçbir şey anlatamazsınız; fakat gönül dünyanızdaki fırtınaların sesini ta içinizde duyarsınız. Leyla İpekçi, insan kitabının okuryazarı olduğu için misk kokusu saçıyor etrafına, maverai besteler yapıyor.
Leyla İpekçi, eşek sesiyle bülbül sesini ayırt edebilen bir gönül, bir kalem. Lokman Suresi 19. Ayet’te “eşek sesi en çirkin ses” olarak tanımlanıyor. Hz. Mevlâna bu ayetin tefsirinde şöyle diyor: “ Eşek iki zamanda anırır; acıkınca ve şehvete gelince!”
Eşek sesine sarılı bir dünyada Leyla İpekçi, bülbül sesine bürünerek gönül tellerimizi titretiyor. Sağolasın Leyla İpekçi!
Söylenip durma ey dil,
Varlığını Hakk’tan bil.
İstersen bin bir delil,
Kalpteki iksiri gör,
Çokluktaki Bir’i gör.
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci
YAZIYA YORUM KAT