Said Nursinin kabrini buldum
Hayatta tesadüfe tesadüf edilemediği doğrudur; fakat hayat, içinde barındırdığı ilginçliklerle hiç umulmadık zamanlarda bizi şaşırtır. İşte bana da öyle oldu; Lüleburgaz İmam Hatip Lisesi Koruma Derneği’nin davetlisi olarak 24 Mayıs Pazar günü Lüleburgaz’daydım. Derneğin pikniğine konuşmacı olarak davet edilmiştim. Eyüp Belediyesi Mehter Takımı’nın tarihi coşkusunun ardından kalabalık topluluğa konuşmamı yaptım.
Konuşmamın ardından bir grupla birlikte oturduk, tanıştık. Bunların içinde biri vardı ki, nazarımda tarihe ışık tuttu. Anlatayım:
Bediüzzaman Said Nursi’nin kabri konusu hep müphemiyetini korudu, tartışıldı. Naaşının nereye gömüldüğü duyurulmadı. Belki çok yakınlarına söylense bile, hâlâ kabri şuradadır diye onu ziyaret eden yoktur. Sistem onu sağlığında hapse ve sürgüne mahkûm ettiği gibi, öldükten sonra da ondan korkuldu ve mezarı herkesten saklandı. Öldükten sonra bile aleni cenaze töreni düzenletmediler ve açıkça bir toprakla buluşmasına mani oldular.
Said Nursi’nin ölümü de hayatındaki çilelerin adeta devamı gibidir. Ömrü boyunca hapis ve sürgüne reva görülen bu güzel insan, artık hayatının son demlerini yaşarken Urfa’ya gelir ve bir otel odasına yerleşir. Çok hastadır ve yanında birkaç has talebesi vardır. Dünyanın her nimetini elinin tersiyle iten bu insanın Urfa’ya gelişinden kimsenin haberi yoktur. Ne var ki, devlet tarafından adım adım izlenmekte ve her teması göz hapsinde tutulmaktadır.
Henüz 1960 İhtilali olmamıştır. Tarih 21 Mart 1960’tır. Urfa’nın sıcaklığında güneş henüz mart nöbeti tutsa da Nursi’nin Hak ateşi yüksektir; çok hastadır. Hayatı boyunca “Demokrat İktidarı”nı destekleyen bu muzdarip insan için, devrin İçişleri Bakanlığı’ndan Urfa Emniyet Müdürlüğü’ne telsiz çekilir:
“Said Nursi Urfa’dadır, hemen bu akşam şehri terk etsin!”
İçişleri Bakanı Dr. Namık Gedik’tir ve imza ona aittir.
Urfa Emniyet Müdürü otele gelir, bakar ki, Nursi çok ağır hastadır, vicdanı sızlar ve bakanlığa cevap verir:
“Urfa’da bu saatlerde araba bulunmadığından, bu gece onu buradan çıkaramıyoruz.”
Ankara celallenir:
“Urfa’da araba yoksa belediyenin çöp arabasına konularak derhal Urfa’nın dışına çıkarılsın!”
Emniyet müdürü çaresiz otele geri döner. Döner, ama Bediüzzaman Said Nursi son nefesini vermiştir. Tarih, 21 Mart 1960. Talebeleri üzgündür. Bıraktığı miras ise, bir iki iç çamaşırdan ibarettir ve Bediüzzaman’ın büyüklüğü de işte burada yatmaktadır.
Sonra naaşına el konulur ve nereye götürüldüğü kimseye söylenmez; böylece kabri de meçhul kalır.
Dr. Namık Gedik İçişleri Bakanı olarak Kütahya’da bulunurken, bu olaydan iki ay sonra 60 İhtilali patlak verir. Gedik yakalanır ve bir otelde sağlık muayenesine alınır. Doktorlar tarafından muayene edilirken (ne yaşamışsa), pencereden atlayarak intihar eder. Cesedi de bir çöp arabasına konularak Ankara’ya getirilir. Kader!
Şimdi Lüleburgaz’a dönelim. “Hocam” diyor, oturduğumuz gruptan yetmişini gösteren bir amca, “Size bir sırrımı açıklayacağım!” Merakla ne diyeceğini bekliyorum:
“Benim adım Hasan Ağıllar. Mersinliyim ve buraya ziyarete geldim. 1960 Mart’ında Afyon’da 5. Hava Taburu’nda askerdim. Bir gün akşama doğru bir haber geldi, uçakla bir hazine gelecek diye. Komutanımız bizi topladı ve bu hazineyi bir yere nakletmek üzere aramızdan on kişi seçti. Ben de bu on erin içindeydim. Hazine denilen şey geldi; ama bu bir tabuta benziyordu. Önümüze kondu. O esnada beni bir titremeyle birlikte bir hıçkırık tuttu ki sormayın, gözümden iplik gibi yaşlar boşanıyor. Komutanım, soyumda şehit olup olmadığını sordu, ‘var’ deyince gülümsedi. O zaman bana, önümüzde duran tabut gibi şeyin Said Nursi’nin naaşı olduğunu ve bunu alıp Isparta’ya götüreceğimizi söyledi.
Naaşı 20.00 sularında aldık. On asker tam teçhizat, tabutu arabaya koyarak Isparta’ya doğru hareket ettik. Afyon valisi de önümüzden gidiyordu. Ben hep ağlıyorum, çünkü ağlamamak elimde değil.
Isparta’ya saat 03.00 sularında vardık. Isparta’nın şehitliğine girdik. Said Nursi’nin naaşını tabutla birlikte kazılmış mezara koyduk. Yanında nur yüzlü bir zat vardı, kardeşi olduğunu söylediler. Kabrinin yanında çocuk mezarı vardı. Bir de akasya ağacının dibine defnettiğimizin farkındayım. Mezarı hemen düzlediler ve mezar olduğu anlaşılmasın diye üzerine çim ektiler.
Kabrinden ayrılırken yine çok ağladım ve dua ettim. Birkaç gün sonra onu rüyada gördüm. Bana: ‘Beni korudun ve çok gözyaşı döktün; Allah da seni korusun.’ dedi.”
Hasan Ağıllar bunları anlattı. Bildiğim kadar, onun söyledikleri tarihi gerçeklerle de örtüşüyor. Kimseyi yargılamak gibi bir niyetim yoktur. Yalnız, tarih, kendisine tevdi edilen yalanları zamanla bağrında eriterek doğrusunu bir biçimde insanlığın vicdanına sunuyor. Bu da onlardan biri diye düşünüyorum.
Said Nursi’yi sevmeyenlerin de katılacağı bir gerçek var ki, ona zulmedenlerin birçoğu unutuldu, ama o yaşıyor, hem de çok canlı. Onu anlamak istemeyenler, bir gün kendi anlamlarının ne kadar anlamsızlaştığını gördükleri zaman derinden sarsılacaklardır.
Onun sözüyle noktalayalım, yazımızı:
“İslamiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz; gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar.”
YAZIYA YORUM KAT