1. YAZARLAR

  2. D. Ali TAŞÇI

  3. Sanat, ruhun eşyaya yansımış dilidir
D. Ali TAŞÇI

D. Ali TAŞÇI

Yazarın Tüm Yazıları >

Sanat, ruhun eşyaya yansımış dilidir

A+A-

Bu yazıyı okuyan herkes hayattadır, yani yaşıyor. Ölüler için yazmıyoruz. Demek ki, “hayat” ortak noktasında birleşiyoruz.
Her okuyucu, yazıya kendi müktesebatıyla yaklaşır; bilgisine, kültürüne ve o anki durumuna göre yazıyı anlar ve değerlendirir. Kimisi çok beğenirken yazılanı, kimileri de küplere binebilir.
Psikolojik roman sevenler olduğu gibi, tarihi, polisiye ve diğer roman türlerinin de okuyucuları vardır.
Lokantaya giden üç arkadaş farklı yemekleri tercih edebilirler; ama bu, onlar için kavga vesilesi olmaz. Aslolan yemektir, isteyen istediğini yer.
Peki, “insan” ortak noktasında birleşemeyecek miyiz? Zor bir soru sorduğumun farkındayım. Bunun için, insan olduğumuzun farkında olmamız gerekiyor.
İnsan nasıl olunur? Yaratılış gerçeğiyle yüzleşerek. Baklavayı yapmak için un, şeker, yağ gibi maddeler gerekiyor. Bunlar tek başına baklava değil, ama bunlar olmadan da baklava olmuyor.
İçimizdeki, yani fıtratımızdaki yönelişleri, bir ustanın eli ile hayata akıtarak insan olma özelliğini kazanıyoruz. Duygu ve düşüncelerimizin yontularak davranış haline gelmesiyle insan oluyoruz.
İnsan mükemmel bir sanat eseridir; çünkü bütün sanatlar onun eliyle icra olunuyor.
Hayat, farklı rollerdeki kişilerin, rollerini icra edebildikleri ortak sahnedir. Yönetmen, oyun bitene kadar herkese ayrı ayrı roller biçer; oyun bittikten sonra oyuncular, sahnede kol kola seyircileri selamlarlar. Alkış herkesedir.
Ne var ki, hayatı tiyatrodan ayıran şey, onun tekrarının olmamasıdır. Hayatımızın bir saniyesinin bile tekrarı yoktur. Bu, müthiş bir gerçektir, bu gerçek iyice içe oturmadan sahneye çıkmamak lazımdır.
Tiyatroda roller ezberlenir ve ne yapılacağı bilinir. Hayat bir tuluat gibidir; önceden roller bilinmediği için ezberlenmez, doğaçlama yapılır. Kimileri doğaçlamada daha başarılıdır.
Tiyatronun hayata en çok benzer tarafı, kapanan perdesidir; tıpkı ölümle kapanan hayat perdesi gibi.
Okuduğunuz bir eseri bitirdiğiniz zaman, içinizde hala devam ediyorsa, o sanat eseridir. Yaşanan hayat, öldükten sonra da ahenkli bir biçimde devam ediyorsa, o, sanatlı yaşanmış bir hayattır. Cennet, sanatlı yaşanmış hayatların durağı, cehennem ise, alelade yaşayışların mekânıdır.
Sanat, eşyanın ruhtaki iz düşümü, bu iz düşümün zihin kalıbıyla dışa vurumudur. Sanat, ruhun eşyaya aksetmiş dilidir. Sanat, eşyanın ruhsallaşması ve sonsuz yolculuğa çıkışının biletidir. Sanat, varlıkta yakalanan sonsuz duruştur.
Ruhun sonsuz örsünde şekil almayan esere sanat eseri denebilir mi? İnsan, Yaratıcı’nın mutlak örsünde şekil aldığı için mükemmel bir sanat eseridir.
Hayat herkesin ortak malıdır; siz ondan konuşuyorsanız kimse size kayıtsız kalamaz. Sanat, bu herkesin ortak malına kendi özgün anlayışını işleme sürecidir. Her sanat özgün olmak zorundadır, çünkü tekrarı yoktur. O, taklit etmez ve taklitten nefret eder. Sanatın taklitten nefret ettiği kadar hiçbir şey, başka şeyden nefret etmez.
Sanat özgün olduğu için de aynı zamanda çeşitliliktir, zenginliktir. Çeşitliliği kavga unsuru olarak görenler zavallıdır. Hayatı okuyamayan, sanattan anlamayanlardır; bu nedenle yalnızdırlar; çünkü sanat çoğalmaktır.
Her anını farklı ve özgün yaşayamayan insan ne kadar basittir! Bu basitliği yok etmek için uğraş vermenin adı da erdemdir. Bunun için sanat erdemli insanların işidir.
Hayatı sanatlı yaşamanın adı ibadettir. İbadetsiz bir hayat, tekdüze bir hayattır; çünkü ibadet, Yaratan’la her an farklı buluşmalar ve farklı yapılanmalar gerçekleştirmektir. Sanatı içselleştirenler her anlarını farklı yaşarlar; çünkü onların “an”larının tekrarı yoktur. Sanatçı, sonsuzluğu an içinde tadan ve tattıran insandır. Sonsuza kapı aralamayan eser de sanat eseri değildir.
Sanat, varlıkta Yaratıcı’nın izini sürmektir.
Sanat, kendi yeteneğine anne olmaktır. Yeteneğini doğurmamış insanlar neyi, nasıl sevsinler? Oysa sanat, sevgiyle ve tecessüsle başlar. Yeteneği dölleyen de tecessüstür. Tecessüs, sanatın babasıdır. Sevgi olmadan da iz sürülemez ve heyecan duyulamaz. Sanatçının kalbi, varlık aleminde yüzden aşağı çarpmamalıdır; çünkü o, sanatıyla eşyanın hakikatine yaklaştıkça nabzı heyecandan hızla atan insandır.
Sanat özgün (orijinal)dür dedik; ölüm kadar orijinal bir eser var mıdır? Çünkü onun asla taklidi yoktur. Öyleyse ölüm, müthiş bir sanattır ki, hayatımıza sonsuzluğun mührünü vuruyor. Ölümün taklidi yoktur, taklitlerinden sakınmak gerekmez. Taklitle yaşanmış bir hayata ölüm orijinal mührünü vurmaz, sıradan yaşanmış hayat yığınlarının içine atar.
Sanat, hayata bir tebessümdür ve hayatı tebessüme çeviren bir eylemdir. Hayatı sanatlı yaşayanlara ölüm güler yüzle gelecektir. Artık ölümün adı tebessümdür.
Sanat, ölümü munisleştirmek, yoldaş, arkadaş, dost edinmenin bir başka adıdır. Sanat, sonsuzluk binitidir. Kimde sonsuzluk duygusu yoksa o, sanatkâr değildir.
Ve bize sunulan hayat müthiş bir malzemedir; herkes bu malzemeyi sanata dönüştürüp dönüştüremediğinden sorulacaktır.
İnsan olmak demek, sanatlı yaşamak demektir.

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Yeni dezenformasyon yasası ve kişisel verilerin korunması kanununa göre; kişilik haklarına yönelik her türlü yayın suç teşkil ettiğinden, kurallara aykırı yorumlar onaylanmamaktadır. Lütfen bir aşağıdaki facebook yorumları bölümünü kullanınız
12 Yorum
  • DEMOKRAT / 04 Eylül 2008 Perşembe 05:22

    Bazı yorumcular iskelete kan vermeye çalışıyorlar .ROGERGRAUDİ DER Kİ"İSLAM çağları peşinden sürükleyen bir hayat tarzı diğer izimler çağın gerisinde kaldı çağ dışı "diyor ALİ BULAÇ"İslam çağdaş bir din değildir çağlar üstü bir dindir .diğer sistemler gelecek çağlarda çağ dışı kalacaklar .Halbuki İSLAM bütün çağları kucaklar ve mesajından sorumlu tutar.çağdaş dünyanın liderlerinden NİÇHE YENGESİNE DÜĞÜNÜNDE EVLENME TEKLİFİ YAPMIŞ TANRI ÖLDÜ DİYEN BU ADAMLARIN YOLUNDAN GİDENLER OZON TABAKASINI DELMİŞLERDİR PARFÜM VE EGSOZ GAZLARI GEZEGENİMİZİ BU KADAR KİRLETMEMİŞTİR.HALA ÇAĞDAŞ YOBAZLARIN PEŞİNDEN GİTMEK SİZE ŞEREF VERİYORSA ŞEREF TRÜBÜNÜNDE BİR MÜDDET OTURUN.ADAM DEMİŞ Kİ YELKENLER FORA DENİZDE ÖZGÜRCE YÜZERİM TİMSAHTADEMİŞKİ BENİ UNUTMA .KURAN DİYOR Kİ"O İNKARCILARIN TUTUKLU HALİNİ BİR GÖRSENİZ"
    HOROZ DEMİŞKİ BEN BİR ÖTEYİM DE İSTERSE GELİN NAMAZA KALKMASIN.MEVLANADA "KUL OLDUM, KUL OLDUM,KUL OLDUM KUL OLDUĞUM İÇİNDE SEVİNİYORUM.SENDE NİÇHE VE ÇAĞIN KOKUŞMUŞ DOKTRİNCİLERİYLE DİRİLDİN Mİ BU YAZIYI HATIRLA.YAŞASIN İNİNÇSIZLAR İÇİN CEHENNEM SAİDİ NURSİ.

    Yanıtla (0) (0)
  • Dürüstlük Aşığı / 25 Ağustos 2008 Pazartesi 17:31

    Son noktayı koyacağım bu tartışmaya ama son sözlerimi de söyleyeyim istiyorum.

    Sanatın sınırsızlığını savunup savunmadığınızla ilgili olarak belki benim yanlış anlamam söz konusu olabilr ama sizin de doğru anlaşılma hususunda tam gayret gösterdiğiniz söylenemez . Üslübunuz benim tezimi şu ya da bu düzeyde haklı çıkarmakta. Her neyse buna takılıp kalmayalım şimdi asıl önemli konuya gelelim: İdeolojiler konusunda bana yaptığınız eleştirileri ele almayı düşünüyorum bu yorumumda.

    Şimdi ben burada açık ve net olarak söylüyorum benim görüşümü iyice okumanızı istiyorum. Yalnız değineceğimiz konular sanat anlayışı üzerine yapılan tartışmaları çokça aşacaktır.

    Öncelikle şunu belirteyim ki sosyalizm ile marksizmi birbirine karıştırmamak gerekir.Sosyalizm bir bilimdir, marksizm ise bu bilimin içinde ki teorilerden sadece biridir.Tıpkı Darvin in teorisi ile biyoloji gibi. Darwinin teorisi biyoloji biliminin içinde yer alan teorik yapılardan biridir ama biyoloji sadece evrim teorisinden ibaret değildir.

    Marksizm ise sosyalizm bilimini oluşturan teorik çerçevelerden sadece biridir.

    Bu anlamda islam dini nasıl fizik bilimine işaret ediyorsa sosyalizm bilimine de işaret etmektedir. Ama islam dini nin kitabı nasıl bir fizik kitabı değilse aynı şekilde islamiyetin tam olarak sosyalizm olduğunu söylemek mümkün değildir.

    Şimdi şunu bilmek lazım. Sırf marksizmi ele alsak bile islamla örtüşen , islamın işaret ettiği yere işaret eden pek çok nokta görürüz ama bu durum elbette ki Tanrı yı yaşamdan kovmakta kapitalizmle işbirliği içine giren bu anlayışı tam olarak kabul etmemizi gerektirmez.

    Yanıtla (0) (0)
  • Bengi su / 24 Ağustos 2008 Pazar 14:22

    "Dürüstlük aşığı"na..
    Aslında yanıt vermek adına yeniden burada değilim ama bu ülkenin insanları birbirini anlamaya çalışırsa elbette birbirlerine katsı sunmanın da kapıları aralanmış olur.Ülkemizde,insanlar nedense birbirlerinin yanlışlarını bulmak ve üste çıkmak için didişip dururlar.Bunun belkide ana nedeni Türkler'in kendilerine çok güvenen bir kavim olmaklarından kaynaklanmakta.Türkler az şey öğrenerek dünyayı avucunun içinde tutabileceğine inanan insan topluluğu.O nedenle kimseden akıl almaya ihtiyaçları olmaz gibi davranmayı kanıksamış durumdalar.Bunun nedenlerini tartışmak bu yazının konusu değil,ancak şu kadarını söylemek istiyorum ki bana cevap adına yazılan cümlelerin yaslandığı dayanak bunları bana yazmayı zorunlu kıldırdı.
    Bir kere ben(işin garibi)"dürüstlük aşığı"nın kendi penceresinden sanatın ne olması gerektiği yönünde yazdıklarına hiç itirazım yok!Üstelik yazdıklarım ,o'nun yazdıklarıyla çelişik değil.Nasıl oluyorda bundan çelişki yaratmış!
    Ben sanatta sınırsızlığı falan savunmadım.Sadece,bugüne kadar"sanatın ne olduğu"yla ilgili tartışmaların kaynağına değindim ve bu konuda yapılan tartışmaların yeryüzü devam ettikçe süreceğini belirtmiş ve şunları demiştim."Sanat,yeryüzü kurulalı tartışılan bir olgu.Sanat sınırsız arayış mı,yoksa sınırları olan, bireyin,bu estetik alandan yararlanarak (kendince gördüğü)gerçekleri göstermesimidir?
    Evet,herşeyde olduğu gibi(Bilimde,edebiyatta,sporda,güzel sanatlarda hatta teknolojide velhasıl herşeyde.)bu iki ana ayrım hep tartışmaların odağına yerleşiyor.Bu iki ayrımdan birinin içinde değerlendirilenler, diğerlerince sanatçı kabul edilmiyor!Bu tartışma yeryüzü devam ettikçe süregidecek bir tartışma!
    Eğer,sanat'ta sınırı savunan cephedeyseniz,vandalistliğe uzanan bir yaklaşımı benimsiyebilirsiniz"iddiası benim iddiam değil,bu cephede olanlara,diğer cephede olanların yönelttiği iddialardandı.Sanatta sınırsızlığı savunanlara yöneltilen eleştirileride şu şekilde dile getirmiştim."sanatçının sınırı yoktur.
    Çoğu kez "bencil"dir,"bireyci"dir."Tanrısız"dır yada öyle bir sorunu yoktur.Sürekli toplumun değerleriyle çatışır ve toplum onu yadsır.Öyle olduğu için "sanatçı"değildir."Sanatçı"olduğu için öyledir.."
    Ben burada sadece bir tespit yapmış ve sanatın nasıl olamsı gerektiği yönüdeki eleştirilerin kaynaklarını tespite çalışmıştım.Benim bu yazdıklarımdan sanatta sınırsızlığı savunduğumu çıkarmak bana yöneltilecek çok haksız bir söz olmalı.Ben,bilakis sanatta sınırın olması gerektiğini inancımdan ötürü savunmayı zorunlu gören ve benim durumumda olan kişilerin, kendisine yöneltilen eleştirileri bağırlarına basmaktan öte bir şanslarının olmadığını,aksi durumda olanların kendi sınırlarını vareden inançlarıyla çelişkiye düşeceğini belirttim.Bu nedenlede sayın Taşcı'nın yazdıklarında çelişik bir durumun olmadığını belirterek o'nu eleştiren toli'nin eleştirilerinin haklı olmadığını açıklamaya çalışmıştım.Size yöneltilen eleştirimin nedeni ise şuydu.Sanatta tanrısız sınırı yani ideolojik sanatla,sanatı"Allah'ı (N.fazılın sözü bu)aramak olarak değerlendirenleri getirmenizin yanlışlığıyla ilgiliydi.Bu gibi istemler ve görüşler nedense hep islami çevrelerden yükselen istemlerdi.Marksist gelenekten beslenen Türkiye solunun böyle bir talebi yoktu.Bu alanda bazı aykırı şeyler söylemiş olan Kemal Tahir'i o nedenle bu çevreler solcu bile kabul etmezdi.Marks"din afyondur"demişti.O nedenle (bu sözü tam benemsememiş olsalarda arafta kalmış olan) türk solu dini refarans olabilecek herşeye uzak durdu.
    Şimdi sizin referans alıp kendinize "ahlaki"sınır oluşturduğunuz kaynakla,bunları nasıl bir araya getirebilirsiniz?Bunların hiç birşekilde yanyana gelemiyeceğini isbatlamaya kalkmak bile zül gelir.Bu birzamanlar ortaya atılmış Kaddafi'nin yeşil devrim hikayesiyle(bazı islamcı çevrelerin) moda deyimleri arasına yerleşmiş olan "islami sosyalizm" dir.(Madem bana kitaplar öneriyorsunuz)Bu konuda en kapsamlı araştırmayı yapmış olan Muhammet Kutup'un "insan"adlı eseri ve "batıcı söylemler ve islam"adlı eserlerinde bu konu derinlemesine ele alınmakta ve bu konudaki yanılgılar bir bir ortaya çıkarılmakta.Bu konuda yine üstad dediğiniz Cemil Meriç'inde önemli makaleleri var.
    Yazınız kendi içinde o kadar çelişik ki bunları yazmak istesem derin bir felsefi tartışmanın içine düşmüş olacağım.
    Sanatı hem ideolojilerin yörüngesinde görüyorsunuz,hem de Cemil Meriç'in (doğrusu)"ideolojiler idrakimize giydirilmiş deli gömlrkleridir"sözüne atıfta bulunuyorsunuz.Bu iki bakış açısı tamamne zıtlık içeriyor oysa!
    Kapitalizm,neo-liberalizm,modernizim,postmdernizim gibi bir çok konuyu düşüncenizi temellendirmek için kullansanızda bu sizin içine düştüğünüz çelişkiyi kaldırmaya yetmiyor.Kapitalizmle ilgili söyledikleriniz (eksikliğine rağmen)katıldığım şeyler...İslamın müstazaflara sahip çıkmasıyla,proleteryanın iktidarı için sınıfsal kavgayı herşeyin temeline oturtmak birbirine yakın gözüken ancak barışık şeyler değil.
    Nurettin Topçu'yu okumamı tavsiy etmişsiniz!Topçu dahil o kadar çok şey okudum ki geriye dönüp baktığımda yine de okadar az öğrendiğimin farkındayımFarkındalık bilgisini çok önemseyen biri olarak Gazali'nin hep hatırladığım bir sözü olan"Bilmediklerimi ayaklarımın altına alsam başım arşa değerdi"sözünü hep hatırımda tutarım.Çok bilgiye ihtiyaç duyan modern insan "farkındalık"bilgisinin uzağında ve o nedenle kendine "varoluşsal güvenlik alanı"oluşturma kaygusu taşımamakta.Önümüze düşene bir kez bu gözle bakarsak neyin ,neye karşı,neyin yanında olduğunu daha rahat kavrarız.Hikmet ve feraset müslümanı diğerlerinden ayıran en büyük özellik!Bizler birbirimizden öğrenerek hikmet bilgisine ulaşıp ferasetimizi berraklaştırabilirsek kendimize ait birşey almış oluruz.Bilginin "donkişotluğu"na soyunarak kazanabileceğimiz ne olabilir ki?
    Bu duruma düşmemek için yazmaktan imtina eden birisiyim.Belkide burada yazışımda Taşçı'ya yöneltilen haksız eleştiriler nedeniyleydi.
    Sonuçta diyebileceğim söz şu.Birbirimizi anlamaya çalışarak ve ayrışmak için değil (illede)uzlaşmak için bir yol genişletirsek birbirlerimize ve okuyuculara daha çok katkıda bulunabiliriz.

    Yanıtla (0) (0)
  • Dürüstlük aşığı / 23 Ağustos 2008 Cumartesi 21:30

    ''sanatçılar, sizlere ideolojilerden uzak durun demiyorum. Çünkü zaten bundan başka yapacak bir şeyiniz yok.''
    Theodor Adorno

    Bengi su arkadaş kaydedeğer bir katkı sunmuş sanat üzerindeki tartışmalara.Tebrik ediyor ve bu arkadaş gibi perspektif sahibi arkadaşlarımızın bulunmasından ötürü gelecek için ülkem adına umutlanıyorum.

    Ancak tartışmayı sürdüreceğim. Çünkü cevap vermem gereken bazı hususlar var.

    Şimdi Bengi su arkadaşın yazılarından anladığım kadarıyla ideolojik anlayış eleştiriliyor. Ve benim yazımın da belli bir anlayışın daha doğrusu ideolojik tutumun içinde bulunduğu söyleniyor. Ve bu da özgür gelişime zarar veren vandalist anlayışı körüklediği savıyla kaygı duyuluyor.

    Söylenenler kısmen doğru ama bütünüyle değil kesinlikle . Doğru diyorum çünkü bu güne kadar ideoloji adına ortaya çıkanların çoğu ülkede ve dünyada özgürlüğün bir numaralı düşmanı olarak gözüktüler. sanatı daralttılar . Felsefeyi daralttılar. Dini daralttılar. Bilimi kısırlaştırdılar.
    Bu anlamda ideolojileri Üstad Cemil Meriç te eleştirir ve '' ideolojiler fikir ve izanımıza giydirilmiş deeli gömlekleri'' olarak nitelendirir.
    Ancak doğru olmayan tarafta şu, eğer bir şey ortaya koyuyorsanız , bir şey arıyorsanız, kısaca bir şey yapıyorsanız, mutlaka bir ideoljiniz vardır demektir.

    İdeoloji kavramını dar kapsamda ele aldığınız zaman sadece belli fikir akımları gelir aklınıza ve bunlara aldığınız tavrı tüm ideolojilere teşmil edersiniz.

    İdeoloji çok genel anlamda dünya görüşü demektir. Dünya görüşü ise insanın sahip olduğu pusulalardır. İnsan bu pusulası sayesinde bulmak istediği şeyi bulur.

    Bir şey arıyorsanız mutlaka ne aradığınızı bilmeniz gerekir. Çünkü ne aradığını bilmneyen hiçbir şey bulamayacaktır. Bu tıpkı bir kedinin kütüphanedeki haline benzer. Kedi binlerce yıl da dursa kütüphaneden işine yarar bir şeyle ayrılmayacaktır.

    Sanat ta bir tür arayıştır. Tıpkı bilim gibi , tıpkı felsefe gibi . Yalnız fark şudur, bilimde nesne ile özne arasındaki bağlandı, gözlem ve deney ve akılla kurulur, felsefede akıl ve epistemik veri ile kurulurken sanatta nesne ile özne arasındaki bağlantı estetik kaygıyla kurulur.( Yani güzellik kaygısıyla)

    Şimdi bütün bu disiplinler mutlaka bir kavramsal çerçeve gerektirir.Kavramsal çerçeve içinde bir şeyi ortaya koymak ise onu sınırlandırmaktır.

    Çünkü İnsan özü gereği sınırlı bir varlıktır ve bu bağlamda sanat da sanatçı da sınırlı olmak zorundadır.Oysa Sayın Bengi su siz syanlış anlamadıysam sanatta sınırsızlığı savunuyorsunuz. Sınırsızlık hem bir anlamıyla ilkesizliği beraberinde getirebiliyor. Hemde sınırsızlık söylemi ve bunu insana atfeden anlayışın temeli humanizm ki sizde sayın bengisu bir ideolojik tutumun içine giriyorsunuz böylece .Çünkü Humanist felsefeye göre insan evrenin merkezidir ( Yani Tanrıdır, ve Tanrı olmasının en temel göstergelerinden biri de onun sınırsız olmasıdır.)

    Oysa insan Asla tanrı değildir. İnsanı özgürleştirmek adına onu Tanrınınyerine koyanlar aslında onu en büyük zindanın içine hapsetmişlerdir.

    Bunun haricinde anti ideolojik tutumun en öndeki temsilcileri son dönemde post modernistler olmuştur ki post modernizm '' evrensel ve ortak bir aklın olamayacağı tezinin üzerinde kurulu olan '' kapitalizm varyantı olan bir felsefi - ideolojik tutumun adıdır. Ve bu akımın sahne arkası düşüncesi kapitalizm karşıtlarını tırpanlamaktır.

    Her yaklaşım sahibi belli bir referans noktasından hareket eder. Bazılarının referans noktası Kâr dır.
    Bazılarının referans noktası zefktir.

    Benim referans noktamsa Ahlaktır. Bu gün ise ahlakı referans alan herkes benim kabülümdür. Ama bana göre ahlakı yücelten ve onu yaşamın merkezine koyan ,iki temel yaklaşım vardır. Bunlar:

    ''Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim '' diyen Şanı yüce Peygamber Hz Muhammed in risaletiyle aracı olduğu İslam diniyle ,

    ''Dünyanın bütün ezilen insanları birleşin zincirlerinizden başka kaybedecek bir şeyiniz yok''
    diyen Marks ın çerçevesini oluşturduğu sosyalizm dir.

    Bu sanat açısından da böyledir.

    ''filistinde olan bitenleri konuşmak siyasettir beni ilgilendirmez'' diyen Orhan Pamuk ile,

    ''Cezayir de bir çocuk ağlasa kendimi de suçlu sayarım'' diyen Albert Camus arasında bir tercih yapma durumunda kalsam sanatçı olarak elbette ki ben Alber Camus u tercih edeceğim Bu benim ilkeselliğimden kaynaklanan sınırımdır.

    Tıpkı siyasetteki sınırım Mustafa Kemal Atatürk mü yoksa Abdullah Öcalan mı sorusuna '' Elbette ki milyarlarca kez Mustafa Kemal '' diye cevap verirken,Katil Öcalanın '' İsterse 100000 kişi ölsün '' sözüne karşılık '' Milletlerin İstiklali söz konusu olmadıkça savaş bir cinayettir''diyen Mustafa Kemal Atatürkün sözünü tercih ederkende ilkelerime müracaat ettiğim gibi.

    Vandalizme gelince bana göre asıl vandalist ne Bakunin dir ne Prudhon dur ne de Krropotkin dir. Asıl vandalist sermayeden başka hiç bir gerçek tanımayan ve her şeyi de sermayenin esiri haline getiren Kapitalizm dir. Siyasal açıdan nerede duruyorsanız durun eğer gerçekten özgürlükçüyseniz bu sermaye düzenine her şeyinizle karşı çıkacaksınız çünkü ahlak her şeydir.Bu noktada Ülkemizin yetiştirdiği güzide fikir adamlarımızdan olan rahmetli Nurettin Topçunun ' Aşk ahlakı '' adlı eserini okumanızı tavsiye ederim.

    Bu gün dünyada en büyük vandalist bütün değerleri Kâr a endeksleyen neo liberalizm dir.

    Benim hakkım olduğunu düşünüyorum bazı şeylerin . Örneğin biri
    '' Ona hergün rastlardım
    Kuyruğun bir ucunda
    Bir minibus parası
    Sımsıkı avucunda
    Uykusuna doymamış
    Kırpışan gözleriyle
    Anlarsa baktığımı
    Başı inerde öne
    Bildiğim kadarıyla
    Ölmüş anne babası
    Okulundan koparıp işe koymuş ablası
    Ne rüyalar görürdü kim bilir yol boyunca
    Hep gülümserdi yüzü
    Ansızın uyanınca
    Bir minik kiz çoçuğu saçları darma dağın
    Yollarda yalınayak uşur uşur uşur elleri

    Meraklandım birkaç gün durakda görmeyince
    Tanıyanlar soyledi inanmadım ilk önce
    Dalmış bir gün rüyaya mavi önlük içinde
    Fabrika değil sanki bir okul bahçesinde
    İşte o an dişliler kapmış iki elini
    Böyle ödemiş yavrum ruyanın bedelini
    Tebessüm donup kalmış ağızının kenarında
    Solu vermiş minik kız henüz ilkbaharında
    Bir minik kız çocuğu bir minik kuş yüreği
    Ölümün kucağında uşur uşur uşur elleri''

    diyorsa bir şarkısında,
    bir diğeri de

    ''Başkası olma, kendin ol
    Böyle cok daha güzelsin
    Ya gel bana sahici sahici
    Ya da anca gidersin

    Başkası olma, kendin ol
    Böyle cok daha güzelsin
    Ya gel bana sahici sahici
    Ya da anca gidersin

    Anasının kuzusu
    Ciğerimin köşesi
    Kız bu neyin cakası
    Kız hepsi senin mi?
    hepsi senin mi?
    hepsi senin mi?

    Oynama şıkıdım şıkıdım
    Oynama şıkıdım şıkıdım
    Oynama şıkıdım şıkıdım
    Ah yanar döner, a-acayipsin

    Oynama şıkıdım şıkıdım
    Oynama şıkıdım şıkıdım
    Oynama şıkıdım şıkıdım
    Ah yanar döner, a-acayipsin

    Ne deli ne de divaneyim
    Biliyorum sonunu
    Sanma uğruna viraneyim
    Beğenmedim oyununu

    Ne deli ne de divaneyim
    Biliyorum sonunu
    Sanma uğruna viraneyim
    Beğenmedim oyununu

    Oynama şıkıdım şıkıdım
    Oynama şıkıdım şıkıdım
    Oynama şıkıdım şıkıdım
    Ah yanar döner, a-acayipsin

    Oynama şıkıdım şıkıdım
    Oynama şıkıdım şıkıdım
    Oynama şıkıdım şıkıdım
    Ah yanar döner, a-acayipsin

    Hadi kasıl, hadi hadi kapris yap
    Hadi ben cekerim razıyım
    You are the best
    You are the top
    Hadi, emrine amadeyim

    Anasının kuzusu
    Ciğerimin köşesi
    Kız bu neyin cakası
    Kız hepsi senin mi?
    hepsi senin mi?
    hepsi senin mi?

    Oynama şıkıdım şıkıdım
    Oynama şıkıdım şıkıdım
    Oynama şıkıdım şıkıdım
    Ah yanar döner, a-acayipsin

    Oynama şıkıdım şıkıdım
    Oynama şıkıdım şıkıdım
    Oynama şıkıdım şıkıdım
    Ah yanar döner, a-acayipsin

    Ne deli ne de divaneyim
    Biliyorum sonunu
    Sanma uğruna viraneyim
    Beğenmedim oyununu

    Ne deli ne de divaneyim
    Biliyorum sonunu
    Sanma uğruna viraneyim
    Beğenmedim oyununu

    Oynama şıkıdım şıkıdım
    Oynama şıkıdım şıkıdım
    Oynama şıkıdım şıkıdım
    Ah yanar döner, a-acayipsin

    Oynama şıkıdım şıkıdım
    Oynama şıkıdım şıkıdım
    Oynama şıkıdım şıkıdım
    Ah yanar döner, a-acayipsin

    Kız hepsi senin mi?
    hepsi senin mi?
    hepsi senin mi?
    hepsi senin mi?''

    diyorsa ben , en azından bu şarkı bağlamında,(diğer yanlışlarına tavrımı koyarım)benim sanat anlayışım çerçevesinde ben birincisini referans alırım. Bu benim hakkımdır. Hatta ikincisini benim kültürüm ve ahlakımı hiçe sayarak toplumu emperyalizme angaje etme tehdidini görür ve acımasızca eleştiririm.
    Bu da benim hakkımdır ve bana göre asıl vandalizm ikincisine duyarsız olmaktır. Çünkü bana göre '' haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır'' Bir başka ifadeyle '' gerçek suçlular susanlardır''

    Bir örnek daha,'' şair '' in biri,

    ''uludagdayim uludagda
    kari izliyorum kari
    donu cozulmus kari
    elimde biram
    ya rakim olmasaydi
    gidiyorum ski min goturdugu yere''

    diye yazıyorsa,

    Bir başka şair de,

    ''Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
    Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet.
    Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
    Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne,
    kapkara haykıran puntolarla,
    bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un
    66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
    Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
    "Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet.
    Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."

    Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz,
    ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim.
    Vatan çiftliklerinizse,
    kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
    vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
    vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
    fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
    vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
    ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
    vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası,
    Amerikan donanması, topuysa,
    vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
    ben vatan hainiyim.
    Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
    Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

    (28.7.962)''

    diyorsa ben ikincisini tutarım.
    Ve yıllardır adam gibi yaşatmadıkları bu vatanda öldükten sonra eserlerinin bankalar tarafından basılması trajedisi karşısında da kapitalizmin iki yüzlülüğü karşısında hüngür hüngür ağlarım.

    ve kınayanın kınamasından da korkmak ,çünkü Rabbim,

    ''Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) Kendisi'nin onları sevdiği, onların da Kendisi'ni sevdiği, mü'minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise 'güçlü ve onurlu,' Allah yolunda cehd eden (çaba harcayan) ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir. (Maide Suresi, 54)''

    diye buyurmamışmı. Ve bir müslüman olarak Nazım ve Yılmazın ürettiklerinin değerini , değerli olanlarını inkar etmem ve heva ve hevesimi de

    .."“Şeytanların kiminle beraber olacağını sizlere haber vereyim mi? Onlar her günahkâr ve isyancının yanındadır. Onların çoğu yalancıdır ve şeytana kulak verirler. Onların şairlerine de haddi aşan azgınlar uyarlar.”şuara 26:221-224

    ayetinin arkasına sığınarak doğrulatmaya çalışmam ve bir müslüman olarak ta hılful fudül konusunu biraz okurum.

    (al sana bir kapı açma yardımı:

    HILFÜL-FÜDUL


    Suriye'deki ticaretini bitirdikten sonra Ebu Talib, da ha önceki yalnız yaşamına devam eden yeğeniyle birlikte Mekke'ye döndü. Fakat amcaları, Abbas ve Hamza gibi onun da savaş araçlarını kullanmak için eğitimden geç­mesi gerektiği kanısına vardılar. Hamza büyük fiziksel gü ce sahipti, güçlü bir adam olacağı önceden belliydi, tyi bir güreşçiydi ve iyi kılıç kullanırdı. Muhammed ise ortalama uzunluk ve güçte bir gençti. Okçuluğa Özel bir yeteneği vardı ve büyük ataları İsmail ve İbrahim gibi iyi okçu ol­ma yolundaydı. Bu başarıdaki en büyük rol ise gözlerinin keskin oluşundaydi: onun Süreyya burcunun oniki yıldızı­nı sayabildiği söylenirdi.

    O yıllarda, uzun fakat aralıklarla süren ve haram ay­lardan birinde başladığı için Ficar Savaşı denilen savaş­tan başka önemli bir çatışma olmadı. Kinane kabilesinden bir adam, Necd'deki Havazin kabilelerinden Amir'İn bir adamını öldürmüş ve Hayber kalesine sığınmıştı. Olaylar dizisi her zamanki çöl kurallarına uygun olarak meydana geldi: onur intikam gerektirirdi. Öldürülen adamın kabi­lesi, Kinane'ye yani öldürülen adamın kabilesine saldırdı. Kureyş o sıralarda Kinane ile müttefik durumdaydı. Savaş üç dört yıl sürdü, fakat gerçekte beş günden fazla çatışma meydana gelmedi. O sıralarda Haşimilerin başında, Ebu Talib gibi Muhammed'in babasının öz kardeşi olan Abdu'I-Muttalib'in oğlu Zübeyr vardı. Zübeyr ve Ebu Talib yeğenleri Muhammed'i ilk çatışmalardan birine götürdüler. Fa­kat onun savaşmak için çok genç olduğu kanaatine vardı­lar. Bu nedenle onun sadece hedefine ulaşmayan düşman oklarını toplayıp, amcalarına iletmesine izin verdiler[1]. Fa­kat bunu takip eden çatışmalarda, Kureyş ve taraftarları­nın kötü bir durumda olduğu sırada, onun da bir okçu olarak marifetini göstermesine izin verildi ve başarısı kut­landı.[2]

    Bu savaş, yerleşik topluluklarla çöl kanunu arasında her 7aman varolan hoşnutsuzlukları artırmaya yardım et­ti. Kureyş'in ileri gelenlerinin çoğu Suriye'ye gitmiş ve orada Roma imparatorluğunun uyguladığı göreli adaleti görmüşlerdi. Habeşistan'da da savaş etmeden adaleti sağ­lamak mümkündü. Fakat Arabistan'da suç kurbanı kişinin veya ailesinin hakkını alabileceği, bunlarla karşılaştı rabile-cek bir kanun sistemi yoktu; ve Ficar savaşının da, ken­dinden önceki diğer karışıklıklar gibi, birçok zihni bu tür claylarr önleme yollan ve araçlarıyla ilgili düşünceye sevketmiş olması doğaldı. Fakat bu kez sonuç sadece dü­şüncelerden ve kelimelerden ibaret kalmamıştı: Kureyş* bu tür olayları önlemek için hemen harekete geçmeğe hazırdı. Onların bu adalet anlayışları, savaşın bitiminden birkaç hafta sonra Mekke'de meydana gelen bir olayla sınandı.

    Zabid kabilesinin Yemen'deki bölgesinden bir tüccar, Sehm kabilesinin ileri gelenlerinden birine değerli mallar satmıştı. Sehmli adam malları teslim almıştı, fakat karar­laştırılan fiyatı Ödememekte ısrar ediyordu. Dolandırılan tüccar, onu dolandıranın da bildiği gibi Mekkeli değildi ve tüm şehirde ona yardım edebilecek bir velisi veya mütte­fiki yoktu. Fakat karşısındakinin küstahça kendine güveni­şinden de ürkmüyordu. Bu nedenle Ebu Kubays tepesine çıkıp, yüksek sesle ve beliğ bir şekilde tünvKureyş'i adale­ti yerine getirmeye davet etti. îlk tepki Sehm kabilesiyle geleneksel bağları olmayan kabilelerden geldi. Kureyş ise,

    herşeyin Ötesinde kabile aynnu gözetmeden birleşme ta­raftarıydı. Fakat yine de kendi birlikleri içindeki kesin ayrımın, Kusay'ın mirası nedeniyle meydana gelen Müt­tefikler ve Güzel Kokanlar ayrımının farkındaydılar ve Sehm de Müttefiklerdendi. Diğer grubun liderlerinden biri, Mekke'nin en zenginlerinden biri olan Teym kabilesinin şefi Abdulah İbn Cud'an İdi; ve şimdi büyük evini, tüm adaleti sevenlerin toplanma yeri olarak açıyordu. Güzel kokanlar grubundan sadece Abdu'ş-Şems ve Nevfel kabile­leri orada değildi. Haşim, Muttalib, Zûhre Esed ve Teym kabileleri toplulukta temsil ediliyordu. Bunlara öir de Müt­tefiklerden Adiy katılmıştı. Birlikte yaptıkları tartışmalar sonucu zayıflan kollamak ve adaleti korumak İçin bir ör­güt kurmaya karar verdiler. Hep birlikte Kabe'ye gidip Hacer'ül-Esved'in üzerine su döküp, bu suyu bir kaba akıt; tılar. Bu şekilde kutsanmış olan sudan teker teker içtiler ve sağ ellerini yukarı kaldırarak Mekke'de ne zaman bir zulüm meydana gelirse, zulmedilen Mekke'n* olsun, yaban­cı olsun onun hakkını alıp, adaleti korumak için tek bir vücut gibi birleşeceklerine and içtiler. Bundan sonra Sehm'li adama borcunu ödettiler; bu anlaşmaya katılma­yan kabilelerin de hiç birinden karşı çıkıp Sehmli koru­yan olmadı.

    Teym'İn şefi İle birlikte bu düzeni kuranlardan biri de Haşimilerden Zübeyr idi: Beraberinde aynı andı içen ye­ğenini de bu toplantıya getirmişti. Muhammed (s.a.v.) daha sonraki yıllarda şöyle diyecektir: «Abdullah İbn Cud*an*ın evinde ben de vardım-, orada bulunuşumu ve o anlaşmaya katılışımı bir sürü kızıl deveye değişmem ve şimdi, îslam'-da, o örgüte çagrılsam memnuniyetle katılırım-[3]. Orada bulunanlardan biri de, oğlu Ebu Bekir ile birlikte gelen ev sahibinin kuzeni Teymli Ebu Kuhafe İdi. Ebu Bekir, Mu-hammed'den bir veya iki yaş küçüktü ve onun en samimi arkadaşı olcaktı''


    Selam ve dua ile.

    Yanıtla (0) (0)
  • toli / 23 Ağustos 2008 Cumartesi 14:16

    sayın arkadaş, '' sanat kritiği yapmak için en az onu icra eden kişi kadar bilgiye sahip olmanız gerekir'' . bunu ben söylemiyorum. taktınız çıplaklığa. belkide çıplaklığı bedenin çıplaklığı olarak algılamasaydınız; örneğin saflık, duruluk, öz vs.. olarak algılasaydınız yazdıklarımı anlayabilecektiniz!ben sanatta illede çıplaklık olacak demiyorum ki. farzedelim oldu çıktı karşınıza diyorum. nasıl yaklaşırsınız diyorum. ve bunu sayın Taşçı ya soruyorum. siz olayı çıplak kadın resimleri olarak algılıyosanız kusura bakmayın sizinle konuyu uzatmıycam. ve sizde Mimar Sinan, Marmara, Anadolu üni.9 eylül vs... gibi üniversitelerin önünden geçerken ne düşünürsünüz bilemiyorum..içerde büyük ihtimalle çıplak model çiziliyordur.ve hiç bir öğrenci o modellere çizilmesi araştırılması gereken bir modelden farklı bakmıyordur. bende öyle bir resme bakarken ''vay be ne kadın'' diye bakmıyorum. estetik olarak bakıyorum. çıkarsız.. siz de bir deneyin. sevgilerimle.

    Yanıtla (0) (0)