Durakta duran belediye otobüsüne yolcular binmeye başladı. Yaşı kırklarda bir adam, elinde bir çocuk, onun yanında eşi olduğunu tahmin ettiğim bir kadın ve onun da kucağında ve elinde bir çocukla koridorda ilerliyorlar. Özel halk otobüsü olduğu için, muavin, bileti olmayanlardan ücret alıyor.
Otobüs kalabalık. Muavin yüksek sesle yolculara ileri doğru kaymalarını söylüyor. Benim de yanımda bir boş yer var. Bu çocuklu aileye yer vermek için hazırlanıyorum; çünkü adamı ve eşini garip gördüm ve acıdım. Öyle de olmasa, çocuklu aileye yer vermek bir insanlık görevidir, bunu yerine getirmek istedim.
Ben daha ayağa kalkmadan o çocuklu adam bir patladı, ama nasıl! Muavine hakaretler yağdırıyor; kimsenin onu küçük düşüremeyeceğinden, onun da herkes gibi bir onuru olduğundan falan söz ederek, yerinde duramıyor. Herkes şaşkın ve en başta da muavin!
Otobüstekilerin bir anda durumu değişiyor, hanımına zoraki yer verirlerken, adamın kendisi, çocuğuyla ayakta kalıyor.
Belediye otobüslerinde buna benzer birçok olay yaşanıyor.
Yaşadığım bu olayı niçin anlattım?
Bir atasözümüz tam da bunun tercümanı: “Eşeğe gem vurma, kendini at sanır.”
Ben o adamı acıdım, otobüse giriş haliyle, elinde çocuk nerede görsem onu kayırmaya çalışırdım. Ama durum böyle değil işte. Emaneti ehline vermek gerek.
Yöneticiler, bir yerde söz sahibi olanlar insanları iyi tanımak zorundalar, aksi halde topluma zulmederler. Bazen en uysal görünen tipler, ellerine fırsat geçince yapmadıkları kötülük kalmıyor. Yetişme tarzları, aile yapıları gibi etkenler insana kimlik verir. Bu kimliği okuyamayan insanları bir yere yönetici olarak atamak, orasını sükûta uğramak anlamına gelir.
Peygamberimizin bir Hadis’ini hatırlıyorum: “Çöplükte biten gülden sakının!” buyurmuş. Sonra da bunu şöyle açıklamış, “Bozuk, terbiyeden yoksun bir ailede büyüyen güzel kız.”
Gençlerimiz çoğu zaman fiziğe bakıp hareket ediyorlar, ama bunun kimyası da yok mu? Kimya – yani iç güzellik- evlilikten hemen sonra, cicim aylarının ertesinde ortaya çıkıyor; bunu görebilmek öyle kolay değildir ve feraset ister.
Ahlaki erozyonun yaşandığı çağımızda iyi ile kötüyü ayırmak kolay değildir. Aslında soru şudur: “Niçin iyi olmalıyız?”
İnsan yalnız başına dururken çok büyük fırsatları “kötü” olduğu için elinin tersiyle itiyorsa, bunun adı iyiliktir ve o insan da iyidir. Vicdan, yalnız başına iyilik yapabilenlerin ve kötülükten de uzak durabilenlerin sinesinde var olan bir ölümsüz güzelliktir. Bunun gerçekleşmesi için insanın içinde sonsuzluğa açılan bir pencerenin bulunması kaçınılmazdır. Hepimizin iç odaları var, ama bu odalar dünyevi birçok hesaplar yüzünden dumanla dolmuşsa, boğuluyoruz diye çırpınmamızın yanında, odanın pencerelerini de açmak zorunda değil miyiz? İşte bu pencere sonsuza açılan penceredir ve insanı dünyevi kaygılardan kurtarır.
İnsan olmak çok güzel de biraz zor galiba!