Hayat, acı ile tatlıyı bir arada yaşamanın adı değil midir?
Sevgilerle nefretlerin, dostluklarla düşmanlıkların yumağında nefes alıp vermenin adıdır, hayat.
Kâh ağlamaktır, kâh gülmek; tam ümitsizliğin kucağına düşerken, sevgilinin elinden tutar gibi, ümidin eteğine tutunarak yol boyunca yürümektir.
Hz. Mevlana, Aşk neden önce kanlı katil gibi davranır? Her halde, gerçekten âşık olmayan kişi, bu sevdadan vazgeçsin diye. derken, aşkın içindeki sonsuz tatlıya ulaşmanın yolunun acıdan geçtiğini vurgulamaktadır.
Dostlarım; acı çekmemiş, çile nedir bilmeyen insanlarla dostluk kurmayın. Çile, insanı olgunlaştırır. Kim ham meyve yemek ister ki?
Bireysel hayatımızda acı ile tatlı iç içe olduğu gibi, toplumsal yaşamımızda da bu böyledir. İsterseniz tarihe şöyle bir göz atalım; Rabbimizin bazen Celali ve bazen da Cemali tecellilerini görmemek mümkün müdür?
13. yüzyıl adeta bu tecellilere sahne olmuş bir asırdır.
Celali tecellileri şöyle sıralayabiliriz:
Batıdan gelen Haçlı Seferleri, kasıp kavurmuştur İslam âlemini.
Doğudan gelen Moğol istilaları, nerdeyse Müslüman fert bırakmayacak kadar zalimane olmuştur.
Anadoluda Selçuklulara karşı içerden Babailer isyanı, nifak tohumlarını iyiden iyiye her yana saçmıştır.
13. yüzyılın genel görünümü budur ve bu görünüm adeta bitkinliğin, felaketin, yok oluşun sanki adı gibidir.
Acaba bu acılar içinde mutluluk ışıkları parlamamakta mıdır? Kahrın içinde rahmeti görememek, irfan gözlüğüyle hayata bakmamak demektir.
Bu Celali tecellilere karşı, aynı asırdaki Cemali tecellileri de görelim:
Batıdan gelen Haçlı Seferlerine karşılık, Endülüsten (şimdiki İspanya) İslam âlemine doğan bir İbn-i Arabî, Doğudan gelen Moğol istilalarına karşı, Afganistandan gelip Anadoluyu şereflendiren bir Mevlana Celaleddin-i Rumi ve Anadoluyu içten kemiren nifak hareketine karşılık da Bizim Yunus, Yunus Emre
Batılın savaşından doğmuştur, Hakkın barışı. Mutluluk, acının kucağında boy veren nazenin bir çiçektir; kim acının kucağına düşmekten korkarsa, mutluluk ona yaklaşmaz.
Celalin içinde Cemali görmemek, varlığa Hakkın gözlüğüyle bakamamaktır ki bunun adı da ferasetsizliktir.
Allah dostları, bize unuttuğumuzu hatırlatan erlerdir. Eğitim de insana, kendini hatırlatma sanatı değil midir?
Değer birimi olarak parayı, hak algısı olarak dünyayı önceleyen anlayışlar kime, ne zaman mutluluk vermiştir ki?
Şunu bilelim ki, rahmetimiz; kahrımızın içinde saklıdır. Hayatın sınav olduğunu unutmadan ve de acıları melankoliye dönüştürmeden, sabırla Rabbimizden gelen her şeyin güzel olduğuna kani olursak, sonsuz mutluluk, kapımızın eşiğinde bizi bekliyor olacaktır.
İşin bir başka boyutu da şudur: Bazı insanlar yokluk içine düştükleri zaman onları adeta sabreder görürüz. Acılara katlandıklarını, mazlum rolüne büründüklerini temaşa ederiz. Ne var ki, yokluklar yok olunca, daha önce eyvallah diyen insanlar, bu sefer haydi bana eyvallah demeye başlar. Bu durum, insanları da aldatıcı olur ve bağlı bulundukları değerler sistemini sarsar.
Celalin içindeki Cemal, Kahrın içindeki Rahmet görülmezse, insan boşluğa düşer. Duyduğumuz feryatlar, boşluğa düşen insanların feryatlarıdır. Bu, sadece toplumlarda yoktur, kişinin de içinde olan bir şeydir aslında. Nefs Batısının haçlı saldırısına karşı, ilim İbn-i Arabisi, şeytan Doğusunun Moğol sürüsüne karşı aşk Mevlanası, içimizdeki ümitsizlik isyanına karşı Yunus Emre sabrı, bizi olgun bir birey, yani irfan sahibi yapar.
Bugün İslam âlemini bir kahır rüzgârı sarmışsa, bilelim ki rahmet rüzgârı da hemen yanı başındadır; ne var ki birey olarak senin, kahr ve rahmet kavramlarını iyice içselleştirmen gerekmektedir.
Yine Mevlananın sözüyle yazımızı bağlayalım:
Davacı yalnız başına gelse, yüzlerce feryat etse, sakın ha, sakın onun düşmanını da dinlemeden sözünü kabul etme.
Acılar geldiği zaman gönül insanı sevinir, ardından da tatlılar gelecek diye. Hayatında hiç acı çekmemişsen, sen zaten hiç yaşamamışsın ki!