Prof Dr Mehmet Kaplan (1915- 1986. İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Profesörü.) İlginç bir hatırasını şöyle anlatıyor:
“İstanbul Edebiyat Fakültesi Arapça bölümünde okutman olan İhsan Örücü’nün bana anlattığı küçük, fakat mâna yüklü bir hatırayı zikredeyim. Bir ramazan gecesi Örücü, Tanpınar’ı (Ahmet Hamdi), Sultanahmet Camii’nin pencerelerinden adeta başkaları tarafından tanınmaktan sakınarak içeri bakarken ve ağlarken görür. Bu küçük müşahede onun ruhunun derinliklerini bir projektör aydınlığı içinde gösterir.” (Tanpınar’ın Şiir Dünyası, S.5,1963)
Ahmet Hamdi Tanpınar (1901- 1962) önemli bir edebiyat ve düşünce adamıdır. Ben onun sanat ve edebiyat dünyasından söz etmeyeceğim, içinde filiz vermekte zorlanan insanlığına işaret etmek istiyorum. Tanpınar, Osmanlı’nın son döneminde doğmuş, Cumhuriyet’i yaşamış ve ölmüştür. İki farklı anlayışın ortasında “araf”ı yaşayan bir adamdır. Böyle davranmasının elbette sebepleri vardır. Onun hocası konumunda olan Yahya Kemal (1884 Üsküp, 1958 İstanbul) de aynı durumdadır. O da Osmanlı ve Cumhuriyet arasında yaşamış arafta bir insandır.
Makedonya’nın Üsküp şehrinde doğan Yahya kemal (O zamanlar Balkanlar Osmanlı’nın yurdudur.), şunları söylüyor:
“ Lâkin benim hem dinî hem millî terbiyem üzerinde daha şiddetle müessir (tesirli- etkili) olan, annemdir. Annem çok Müslüman bir kadındı. Muhammediyye okur, bana Kur’an öğretirdi. Annem bana, oğlum, dünyada iki insanı sev.. Peygamber Efendimiz’i, bir de Sultan Murad Efendimiz’i sev.. derdi.
O yaşlarda ben Üsküp minarelerinden yükselen ezan seslerini duyarak, içim bu seslerle dolarak yetişiyordum. Minarelerde ezan başladığı zaman, evimizde ruhanî bir sessizlik olurdu. Galiba Üsküp’ün sokaklarında da böyle bir rüzgâr dolaşır, bütün şehri bir mâbed sükûnu kaplardı. Yalnız ezan sesleri duyulurdu. Annemin dudakları İsm-i Celâl’le kımıldardı. Müslüman Türk çocuklarının dini terbiyesinde ezan tesirinin büyük terbiyesine inanırım.” (Yahya Kemal, Bir dağdan Bir Dağa, Nihat Sami Banarlı,)
O bunları yazadursun, daha sonra suyun akış mecraı değiştiriliyor ve 1932- 1950 yılları arasında, tam on sekiz yıl, ezan bu topraklarda yasaklanıyor! “Türk çocuklarının dini terbiyesinde” etkili olan ezan sesi susturuluyor ve bu dini terbiyeden uzaklaşılıyor. Her ne kadar dünyada gelişen teknoloji sayesinde, dünyada olup bitenlerden gençlerimiz etkileniyorlarsa da, onların bugün gelip tıkandıkları noktaya bakıldığında, geçmişte yaşanan ve boş bırakılan ruh dalgalanmalarının da etkisinin olmadığını söyleyebilir miyiz? Ve bugün maalesef Milli Eğitim olarak, çocuklarımızın fıtrî eğitimlerine yönelik pek bir şey yapamıyoruz. Aslında sorulması gereken soru şudur: Kim yapacak, neden, niçin yapacak? Yapmak isteyenler kendilerinde yapacak güç bulabiliyorlar mı? Çocuklarımızın göz göre göre kurbanlık oluşu karşısında uykuları kaçan, bu durumu yirmi dört saat kendine dert edinen kaç öğretmenimiz vardır? Varsa, bu öğretmenlerin yetişmelerinde Milli Eğitimin katkısı var mıdır yoksa bunlar imalât hataları mıdır? Böyle gitmez, gitmiyor ve gitmeyecek dostlar…
Yahya Kemal’in, 19 yaşlarında bir “Jöntürk” olarak Paris’e gidip, orada uzun bir zaman kaldıktan sonra tekrar “eve dönen adam” olmasını, onun küçüklük yaşlarında almış olduğu bu terbiye ile büyümesine bağlayabiliriz.
Ne var ki, “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” adlı muhteşem şiirini, “ Ulu mâbed seni ancak bu sabah anlıyorum/ Ben de bir varisin olmakla bugün mağrurum.” diye yazan bu insan, evet bir medeniyetin çocuğu olmakla övünürken, bu medeniyetin gereklerini (namaz gibi) yerine getirmekten kaçınıyor.
Hatta Menderes Başbakandır, yanına milletvekili arkadaşlarını alır ve bir Kadir Gecesi’nde onları gizlice Süleymaniye Camii’ne götürür. Cami’nin dışından cıvıl cıvıl kaynaşan halkı seyrederlerken, gözyaşları içinde Menderes, arkadaşlarına şunu söyler: “Bakın arkadaşlar, bizim halkımız budur, lakin bizler, bu halkın arasına katılamıyoruz!” Bir Başbakan’a bunu söylettiren nedir? Özal’a Başbakanlık sürecinde gizlice tuvalette namaz kıldıran korku, neyin korkusudur? Bana, Öğretmen okulu yıllarımda, kimse anlamasın diye, göz imasıyla sıramda otururken namaz kıldıran o korkunç duygu nereden geliyordu?.. Sisteme henüz çok temel sorular sorulmadığı için sistem bir türlü çökmüyor. Hepimiz “üç maymun”u oynamakla meşgulüz.
Niçin korkmasın, kaçınmasın? “Parti (CHP, başka parti mi var sanki!) üst yönetimi üzerinde “din” konusunda ne kadar ağır bir baskı olduğunu anlatması açısından 1935’te Meclis’e giren ilk kadın vekillerden Fakihe Öymen’in İsmet İnönü dönemi hakkında hayıflanarak söyledikleri önemlidir: “Atatürk’ün yolunda yürümüş olsaydı (İnönü için), her şey başka türlü olacaktı. Atatürk öldükten sonra birçok dostlarımız var. İsmet Paşa zamanında oruç tutmaya başladılar. İsmet paşa zamanında namaz kılmaya kalktılar.” (Daha önce asla olamayan ve İnönü döneminde gizlice ortaya çıkan, bazı milletvekillerinin azıcık ibadetlerine bile katlanamıyor! Fesübhanallah!..) (Türk’e Tapmak. S. 83. Onur Atalay, İletişim Yay.)
Behçet kemal Çağlar, “İslam silkinilmesi gereken on dört asırlık tozdur.” (a.g.e.S 85) “Geçmişte dindar oldukları bilinen zatlar, Hasan Ali’den (Yücel) Memduh Şevket’e (Esendal) kadar, artık “dindar gözükmemek için” ellerinden geleni yapıyorlardır. Mebus (milletvekili) olan eski bir hoca, poker oynayıp rakı içerken Allah’a küfretmektedir. Konya’da yine eski bir mebus ve eski bir hoca, camileri ve mescitleri hâlâ neden yaşattığımızı sorar Mustafa Kemal’e.” (a.g.e, S.83)
CHP Maltepe sahilinde miting yaptı. Dedelerimize yapacağınızı … yaptınız, babalarımızı susturdunuz; bizi, kurduğunuz sistemle kimliğimizden ettiniz, çocuklarımızı yine de size mi emanet edeceğiz? Derdimiz ekonomi, enflasyon, pahalılık, mülteci… falan filan değildir; derdimiz, Allah’ın yarattığı biz kullarının insan ve mümin olarak ve dünyada bozulmadan, Şeriat-ı Garra’yı Ahmediyye’yi yaşayarak tekrar Allah’ın huzuruna varabilmektir. Ah dertli başım!..
D. Ali TAŞÇI 8dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci