Şeyh Sadi der ki: “ Bir buluttan bir damla düştü. Bu damla denizin genişliğini görünce utandı. Şu deniz denilen yerde ben kim oluyorum! Eğer deniz bu ise, gerçekten ben hiçim, dedi. Damla kendisini hor görünce sedefin biri onu koynuna alıp seve seve besledi. Felek de onun işini öyle düzgün yürüttü ki nihayet padişahların tacına yakışan namlı bir inci oldu. Yokluk kapısını çaldığı için var oldu.”
Sevgili dostlar, nice kendini “var” sananların aslında yok hükmünde, nice “yok” gibi görünenlerin de “var” olduklarını hayat bize öğretiyor. Şöyle elimizi şakağımıza dayayarak bir düşünelim: Kimler geldi, kimler geçti bu dünyadan? Ne sultanlar, krallar, padişahlar; kendilerini ilah zannedenler.. ayak bastılar dünyaya ve hiç ölmeyeceklerini sandılar. Bir de baktılar ki ceset toprak olmuş. Şeyhülislam Yahya ne güzel diyor:
“ Bir kabza-i hâk olur tenler/ Bilmem niye kibreder edenler.” (kabza-i hâk: bir avuç toprak.)
İnsanın değeri, çulunda değildir. Ziya Paşa ne güzel der:
“ Bed asla necabet mi verir hiç üniforma,
Zerdüz palan (v)ursan eşek yine eşektir.”
( Aslı bozuk olana üniforma bir soyluluk vermez. Altın eyer vursan eşek yine eşektir.)
Dünya değişiyor, zenginlikler çoğalıyor ve fakat paradoksal olarak insanlık aşağı iniyor, azalıyor. Şan, şöhret, para şehveti insanı tuttu muydu, “insanlık” denilen anayurt dağılıp yok oluyor. Bakmayın siz herkesin her an yaptıklarına, yani eleştirilerine; ağzı köpürterek yapılan eleştirilerde çoğu zaman “paylaşım kavagası”nın izleri vardır. Eline fırsat geçmediğinden, yağlı lokmadan tıkınamadığından, haksız bölüşümden kendine pay düşmediğinden bağırıp çağırmaktadır. Yoksa onun insanlık adına bir derdi ve tasası yoktur.
Metafiziksel açılımı olmayan her davranış ruh vurucu ve edepsizcedir. Vicdan, yalnız kalınınca suça yönelmeme ve insafı elden bırakmama güdüsüdür. Bunu gerçekleştirmek için manevi dünyanın zenginliği esastır. Manevi dünyalarını zenginleştirmeden birilerinin eline dünya zenginliği geçerse, işte orada kıyamet kopmuş demektir; huzur, edep, acıma, insanlık, saygı, sevgi.. gibi erdemler yok olur, yerine vahşet gelir. Metafizik ortadan kalkınca herkes hayâsızlığın ve edepsizliğin filozofu olur.
Hz. Ali : “ Kişinin terbiye ve ahlakı, altınından daha hayırlıdır.” der. Ama bizler, kişilerin edep ve ahlaklarından çok, onların altınlarına bayılıyoruz. Edep ve ahlakı görmek hüner ister, oysa altın orta yerde parıldayıp durmaktadır.
Eskiler evlât olarak kabul ettikleri çocuklara “ahretlik” derlerdi. Anadan babadan öksüz ve yetim kalmış bu gibi kimsesiz çocukları alıp büyüterek, bunda da büyük ecir ve sevap umarak, topluma hediye ederlerdi. Şimdi mi? Huzur evlerine terk edilmiş “acuze”lerin üçte birinin yanına evlâtları hiç uğramıyormuş! Ana babalar dünya şehvetinin kurbanı olunca, çocuklar da hayâ, edep, merhamet gibi duyguların yetimi olup çıkmış.
Evlâtlar ebeveynlerinden, ebeveynler evlâtlarından; işçi patrondan, patron işçiden; öğretmen öğrenciden, öğrenci öğretmenden, eş eşinden, komşu komşudan; hâsılı kimse kimseden memnun değil. Herkes ektiğini biçmektedir.
İnsanın kendisini tanımlayabilmesi için yaşadığı yeri yani memleketini bilmesi, tanıması gerekir. Her tohum toprakta biter; her insan da bir medeniyetin ürünüdür. Bugün gelinen noktadan memnun değilsek, toprağımıza karışan ayrık otlarını temizlemek anlayanların, dertlilerin görevi olmalıdır. Eleştiriye evet, ama çözümü olmayan eleştiri, yılan ıslığı kadar ürperticidir.
Dünya, kendini “yok” sayan “var”lara muhtaçtır ki, bu “var”lar, varlıklarını hiç hissettirmeden insanların kalplerini sabah meltemi gibi uyandırsın ve onlara kimliklerini hatırlatsın!
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci