“Bir milleti veya dönemi tanımak için onunla ilgili yazılı tarihleri okumak asla yeterli olmaz. Balzac’ın romanları olmaksızın, on ciltlik bir Fransa tarihi Fransız toplumunun hayatına dair vazıh bir resim sunamaz. Ancak onlarla birlikte, 19. Yüzyıl Fransız toplumunun yaşayışını tanıdığımızı söyleyebiliriz.
Tarihler bize olaylardan haber verirler; romanlar, şiirler, destanlar, hikâyeler, efsaneler, masallar ise bize gerçekten var olmuş olan bir şeyden, bir insanın - ferdin- hayatından haber verirler. Biri harici, diğeri dâhili tarihtir.”
Bilge Kral Aliya İzzet Begoviç’in bu tespitleri, onun bilgeliğinin bir göstergesidir. Çoğu zaman tarih kitapları sağır ve dilsiz olarak karşımıza çıkar. Tarihi, galipler yazdığı sürece bu böyle devam edecektir.
Kendi medeniyet kavramlarını (ıstılah) oluşturamayan toplumlar kişilikli bir duruş sergileyemezler. Hele medeniyet kökleriyle ilişkilerini kesenler, insanlık arenasında gülünç duruma düşerler. Onların katı ideolojik saplantıları, kendine güvensizlikten kaynaklanan korkuları ve dolayısıyla aşağılık kompleksleri; aydınlarının sığıntı ruh hali, özgün düşüncelerin asla üretilememesi, yöneticilerinin kendi halklarını küçük görmeleri, hatta onlardan iğrenmeleri, onlara düşmanca bakışları ve benzeri oluşum, tutum ve davranışlar, zaman içinde o toplumu kendi dairesinde paramparça eder.
Amerika, demokrasi adına Irak’ı işgal etti. İşgaline gerekçe olarak da uluslararası arenaya bir sürü görsel ve yazılı belge sundu. Geleceğin tarihini yazanlar, bu belgeleri göz önüne alarak tarih yazacaklardır. Sonuç “yaşasın demokrasi” olacaktır.
Bir de halkın içinde yaşananlara tanık olanların tüm bunları sanat ortamına döktüklerini düşünürsek, olayların ne kadar boyut değiştirdiğini görürüz. Irak halkının işgal günlerini roman, hikâye, şiir
olarak yazacak olanlar, tarih yazanların aksine, o dönemi canlı olarak gelecek kuşaklara aktaracaklardır. Annesini, babasını ve bütün bir ailesini gözleri önünde, Amerikan bombalarıyla kaybeden on yaşındaki bir kız çocuğunun ruh tarihini, hiçbir tarihçi yazamaz. Onu ancak bir sanatkâr, bir edebiyatçı kaleme alabilir. Civan yavrusunu, iğrenç kurşunlara kurban veren bir annenin duygularını kim, hangi tarihe sığdırabilir? O duyguyu bir edebiyatçı, belki bir şiirin mısralarında abideleştirebilir. Bir mısra bazen bir millete şeref verebilir. Bir romanda evrensel boyuta taşıyabilir.
Geleneğimize bakıyorum, Mesneviler, Mantık’el- Tayrlar, Muhammediyeler, Kara Davutlar, Müzekkin Nüfuslar, Mevlidler…
halkımızı zihnen, ruhen ayakta tutmuşlar ve bu coğrafyanın medeniyete dönüşmesinde büyük tesirleri olmuştur. Bunlar bizim romanımız, masalımız, efsanemiz… hükmündedir. Biz bunlardan yola çıkarak, bir toplumun ruh coğrafyasının nasıl oluştuğunu ve hangi sonuçları verdiğini görmekteyiz. Bu medeniyetin merhametle, lütufla, sabırla nasıl oluştuğunu görmeyenler veya görmek istemeyenler, bugün hem kendi hallerine, hem de dünyanın haline baksınlar da birazcık insanlıklarından utansınlar.
Bizim toplumumuzda roman yoktu. Roman entrikanın, hıyanetin, şehvetin çocuğuydu. O, sel sularının viraneye çevirdiği evin hikâyesini anlatıyordu. Şiirin gizemli kelimeleri onu anlatamaz veya ona yakışmazdı. Bizim dünyamızda ise şiir vardı. Şiir, pınar suyunun diriltici nağmelerini ruha yansıtıyordu, o nedenle de düzyazının dolambaçlı yollarında kaybolamazdı.
Bunun içindir ki Mevlana, Yunus, Süleyman Çelebi bizi; Balzac, Hügo, Dostoyevski
onları yansıtır ve doğru yansıtır.
Bir ezan sesi, biz farkında olmadan bizi medeniyetimizle bütünleştiriveriyor. Doğan çocuklarımızın sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okumakla, onlara bu medeniyetin bir üyesi olduklarını hatırlatmış oluyoruz. İkide bir ezana karşı tavırlar belirleyenlerin, aslında çocuklarımızın mensubiyetiyle de oynadıklarının farkında mıyız?
Bir türkü, yaşadığımız hayatın bir özeti olarak çıkıyor karşımıza. Toplum bizi eritiyor, şekillendiriyor, biz topluma tat oluyoruz. Ve medeniyet böyle oluşuyor, medeniyetin böylece üyesi oluyoruz.
Medeniyet, bireylerini içine alan ve onlara kendi rengini veren, onları şekillendiren ve fakat onlardan da tat alan, duyuş devşiren canlı bir organizmadır. Siz birey olarak ondan koptuğunuz an, artık yaşama şansınız kalmaz. Toplum olarak bir medeniyet yüzyıllar içinde kurulamadığı gibi reddedilemez de. Ancak toplumu yönetenler, kendi medeniyet köklerine düşmanca tavırlar geliştirebilirler; o zaman, halk ve yönetenler arasında sürekli kavgalar çıkar ve toplum bir adım ilerleyemez. Sonuç parçalanma, dağılma ve hüsrandır.
TV ve kitle iletişim araçları, galiplerin yazdığı tarihi, toplumun zihni arka planına işlemekle meşgul. Aidiyeti olmayan, hüzün- melal gibi kavramlarla tanışamamış kuşaklar, bir yere tutunamamanın vermiş olduğu korku ve endişeyle sağa sola saldırıyorlar. Onlara, kendi ruh coğrafyalarındaki pınarlarla sulanmış bahçeler kuramazsak, Allah korusun, gelecek kıtlık getirebilir.
Medeniyet bir aidiyet fotoğrafıdır. Bu fotoğrafta genç kendini görebilmelidir. Bu fotoğraf Mevlana’nın, Yunus’un, Gazali’nin, Selman-i Farisi’nin, Bilal’in ve bu fotoğraf, Sevgililer Sevgilisi Hz. Muhammed ( AS )in fotoğrafıdır. Bu fotoğrafa rengini veren de Kur’an-ı Azimüşan’dır.
Bırakalım tarihi galipler yazsın; ama gönülleri biz yazalım. Medeniyet, gönül yazılarının da toplamıdır aynı zamanda. Uygarlık mı? O, sel sularının ardındaki enkazın tarihidir. Bırakın onu da isteyen yazsın.
Harry Potter’ın masallarıyla sarsılan dünyaya, Göklü Medeniyet’imizin diriltici soluğunu sunarsak, inanıyorum ki, bütün dünya ayağa kalkacaktır; çünkü dünyada hâlâ insanlar yaşamaktadır.
Türkiye’deki kavga mı? İslam Medeniyeti’nin simgesi olan Hilafet’in 3 Mart 1924’te kaldırılmasıyla oluşan boşluğun, bir gün doldurulma korkusu çerçevesinde, Halife’nin ABD tarafından mı atanacağı yoksa iki milyona yakın Müslümanların kendi reyleriyle mi seçeceği meselesidir ve gerisi teferruattır. Bu kadar Müslümanın başıboş yeryüzünde dolaşması ve sürekli manipüle edilmesi oluş tabiatına aykırıdır. Görelim Mevlâ neyler…