“Darbe”nin gölgesinden birazcık kurtularak zihnimizi başka şeylere doğru kaydırmaya çalışalım:
Yazdığımız her yazı, beğenilsin diye yazmıyoruz. Bir olay, bir durum veya bir düşünce içinizde karşılık buluyor; bu durumda siz kaleme sarılıyor, düşüncelerinizi insanlarla paylaşıyorsunuz.
Şu an bile bunu yapıyorum; bilgisayarın tuşlarına basarken, zihin dünyamın atmosferinden sizlere kelimelere sarılı düşünceler, duygular yolluyorum ve bundan da mutluluk duyuyorum; çünkü mutluluk, paylaşmanın adıdır.
Konferanslarım çerçevesinde Avrupa’ya sıklıkla gidiyorum. Brüksel’den bir önceki durağım Berlin’di.
Biliyorsunuz, Berlin, 1990’da, Doğu Almanya ile Batı Almanya’nın birleşmesi sonucu, bugünkü Almanya’nın başkenti olmuş olan bir şehir.
1990 Kasım’ında Berlin Duvarı yıkılırken de ordaydım. Berlin’i bir baştan bir başa ortadan ikiye ayıran utanç duvarı bugün yok. O duvardan sadece nostaljik bir kalıntı kaldı geride ve turistlerin merakına sunuldu. Yıkılan duvarın taşları parayla satılmış ve meraklıların vitrinlerinde bir devri sorgulamak üzere teşhire sunulmuş.
Beşeri sistemler tıpkı Berlin Duvarı gibidir; inşa edilirken hiç yıkılmayacak gibi heyecanla hareket edilir; ancak zamanı gelir, insanlar yaptıklarından utanç duyarlar ve atalarını sorgularlar.
Berlin’de üç yüz bin Türk yaşıyor ki bu önemli bir rakam. Cadde ve sokağa çıktığınız zaman kendinizi adeta memleketinizde hissediyorsunuz. Berlin’de tam tamına yetmiş iki cami varmış.
Benim esas anlatmak istediğim Berlin değil, Berlin’de yaşadığım, duyduğum bir olaydır.
Avrupa Kur’an okuma yarışmasında birinci olmuş Fatih’in anlattıklarını sizlerle paylaşmak istiyorum, değerlendirme size ait.
Fatih’in Kur’an okuyuşunu ben de dinledim, harikaydı.
Fatih, Berlin’de lise son sınıf öğrencisidir. Beni havaalanına götürürken anlattı başından geçenleri. Dinleyelim:
“Hocam, lise sonda, okulu bitirmek ve üniversiteye girmek için bir konuda sunum yapmak zorundasınız. Benim de sesim güzel olduğu için müzikten sunum yapmak istedim; fakat müzik öğretmenim ateist olduğu için de biraz tedirgindim; buna rağmen yine de müziği seçtim.
Ağzım alışık olduğundan bir teneffüs esnasında, koridorun bir köşesinde biraz seslice Kur’an okuyordum ki birden müzik öğretmenim önümde beliriverdi ve beni yanına çağırdı. Çekinerek yanına gittim.
“Fatih, az önce okuduğun neydi?”
Çekinmeden söyledim:
“Kur’an’dı hocam!”
“Ya… Ama ben senin sesini biliyorum, evet güzel sesin var, ama bu başka bir şey, nasıl oluyor?”
“Kur’an’ın mucizesidir hocam!”
“Bana da okur musun?”
Fatiha suresini okudum ve anlamını verdim. Bana şunu söyledi:
“Fatih, sen yılsonundaki sunumunu Kur’an üzerine yapacaksın!”
Şaşırıp kaldım hocam! Şimdi Kur’an’ı sadece okumak üzerine değil, Kur’an’ın hemen her boyutunu sunumumda ele alacak ve ben bu sunumla üniversiteye gireceğim!”
Ne Avrupa’nın ırkçılığını örter bu yazı, ne bizim değerimizi düşürür, ama artık düşünceden kuduz köpek gibi kaçmanın da bir anlamı, hatta bir faydası olmadığını da anlamamız gerekmez mi?
Allah bile kendisine inanmamaya dünyada ruhsat vermişse, insanları düşüncelerinden dolayı yargılamak yerine, onları anlamak daha insanidir.
Düşünceye düşman olanlar, kendi düşüncelerine inanmayanlardır, korkaklardır.
Kaldı ki, insanı insan yapan düşünceleridir.
Ben inanıyorum, bu toplum bir gün tüm düşüncelerin arenası olacak ve o zaman da kıyamet kopmayacaktır.
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci