Ünlü romancı Yakup Kadri Karaosmanoğlu, "Yaban" adlı romanında, kahramanına şu serzenişte bulunur: "Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı, aydınlatamadın. Bir vücudu vardı, besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı, işletemedin. Onu behimiyetin (hayvanlığın), cehlin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabanî ot gibi bitti. Şimdi elinde orak, batıya hasada gelmişsin. Ne ektin ki ne biçesin?"
Galiba bu coğrafyanın en büyük problemi, uzun zamandır aydın üretemiyor olmasıdır. Aydın, yeniden anlayış üretmekten çok, bir toplumun ortak anlayışını bulur, geliştirir ve halkın önüne kor. Toplumun tabiî gelişiminin sağlıklı bir yol izlemesinde katkıda bulunur. Halkın bütün değerlerini eline alır, onları ayıklar ve fakat toplumdaki hiçbir birimi de karşısına almadan onlara kılavuzluk eder. Yıkmaktan çok, dönüştürücü ve yapıcıdır. Bir aydının ağzından "kahrolsun!" kelimesi dökülmez. O, bütün toplumun nabzıdır; toplumun bir grubunun kahrolması demek, aynı zamanda kendisinin de yok olması demektir. Kim, "Bu millet battı diyorsa onun kendisi batmıştır." Aydnlarla, onların yaşadıkları cemiyetteki insanlar arasında ortak payda bulunmuyorsa, o cemiyetin artık kendi içinde bir çatışmaya girmesi kaçınılmazdır.
Katolikliği, nasıl ki papalık ortak paydası ayakta tutuyorsa, Türk halkını da ayakta tutan ve bundan sonra da tutacak olan tek şey, İslâm'ın sonsuzluk duygusu, insanlara verdiği varlık bilincidir. Türk milleti her şeyini kaybetse bile, başta İstanbul olmak üzere bütün Anadolu'daki mezarlıklar, onu yüzyıllarca ayakta tutmak için yeter. Bu mezarlıklara dikkatlice bakınız: “Başları ucundaki hece taşları”nda hiçbirinin ırkı, rütbesi, makamı yoktur; yalnızca bir "Fatiha" vardır ki, o da yaşadığı hayatın son bir özeti olarak karşımıza gelmektedir.
Mademki hepimiz sonunda Fatiha'ya muhtacız, bu demektir ki, hayatımızın özünde de bu yatmaktadır. Bizim ortak paydamız Fatiha'dır; yani İslâm'dır.
Papa, Patrik, Dalay Lama vs. kendi halklarına, bağlılarına bir gelecek, bir öte dünya vaad ediyor. Ölümün ötesinden söz ediyor ve insanları hayatın tek gerçeği olan ölüm karşısında yumuşatıyorlar. Hitap ettikleri toplumlardaki aydınlar, bunların bu öğretilerine (bazıları) karşı çıksalar bile, halkları ile alay etmiyorlar, onları küçük görmüyorlar, onurlarını kırıcı söz ve davranışlardan uzak duruyorlar.
Aydın tanrı değildir; fakat bir yerde aydın tanrılığa kalkışmışsa, işte orda hayatın kalbinin bütün damarları tıkanmıştır.
"O yok, bu yok, şu yasak, bu ayıp"sa ve de çizilen yol "sonsuzluk yolu" değilse, bir insan da öldükten sonra dirilmeye ve mutlak mânâda Allah'a ve O'nun gönderdiklerine inanıyorsa ve ona dayatılan hayatta bunlar yoksa!.. Söyler misiniz, Allah aşkına, bu insan nasıl mutlu olacak, hayata nasıl tutunacaktır? Yoksa "hayatı dizayn edenler" kendi egemenliklerini kurduktan sonra, "gerisinin canı cehenneme!" mi demek isterler?
Bana sunulan hayat, beni kabir kapısına kadar getirip orda bırakıyorsa, "Ben bu hayata hayat mı derim?" Nerde benim öte dünyam, cennet-cehennem algım, inancım? Nerde benim Rabbimle misakını yaptığım hayatımın öte uzantısı ve hakikat olanı?.. Ben kalpsiz yaşayamam ki. Ben, bir mü'min olarak Rabbimi kalbimde taşıyorum. Ben camiye girerken bu kalple gireceğim, evime girerken bu kalple gireceğim, ama hayatın diğer boyutlarına açılırken bu kalbimi vestiyere asacağım! Pek bilmem, ama psikolojide buna "kişilik bölünmesi"mi diyorlar? Kalbim, şapka mıdır ki, bir yere girerken onu vestiyere asıp gireyim? Yoksa toplumu "dizayn" etmek isteyenler, kendi halklarının psikolojik rahatsızlıklarından "ince bir zevk" mi alıyorlar? Bu "ince zevk"in psikiyatride bir anlamı var mıdır? Bugüne kadar yapılanlar bu gibi davranışlar olduğu için, birey kendi içindeki çatışmayla birlikte toplumsal çatışma da kaçınılmaz olmuştu; çünkü insan ölür, zorla inancından dönmez.
Türk aydınında bir ölüm yorgunluğu vardır, kanaatindeyim. O, hayatın tek gerçeği olan ölümü kabullenmekte zorlanıyor. Ölüme direkt meydan okuyamadığı için, ölüm sonrası hayata inananlardan adeta, ölüme karşı duyduğu "nefret"in intikamını alır gibidir. Bu nedenle ruhunun sesini daima boğmuştur. Çekirdeği toprağa düşürmeyip, onu altın kapta saklayana ne demeli? Topraktır çekirdeği ağaca dönüştüren. Ruh çekirdeğini, beden toprağına düşüremeyen insan, "tûba" ağacını nasıl yeşertsin!
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci