İnsan cennetten ayrılarak dünyaya geldiğinden, dünyadaki hayatı da ayrılık üzerine kurulmuştur. Sadece insanlar değil, fani olan her şey, mutlaka bir gün sevdiklerinden, dünyadan ayrılacaktır.
Bülbül, gülden ayrı düşünce hüznünü diline sarmış ve hazin hazin ötmüştür.
Mecnun, Leyla’sından ayrılınca çöllere düşmüş, Leyla’yı aramıştır. Ferhat, ayrılık acısını, dağları delerek Şirin’ine kavuşma ümidiyle gidermeye çalışmıştır.
Aile içerisinde bile bazen evlilikler, bazen gurbet, askerlik, tahsil hayatı gibi ayrılıklar daima söz konusudur ve gözyaşı hiç eksik değildir.
Hâsılı dünya bir arayışlar meydanıdır ve insan da bir ömür boyu arayandır. Bulduğunu zannettiği zaman sevinen, bulamayınca da üzülen, isyan eden ve ümitsizliğe düşebilendir.
Arayıcı olan insan, vahyi öncü kılmadan arar olmuşsa, bunun sonucu onu uygarlık denilen sitelerin kurulmasına götürmüştür. Bu sitelerde insan kendine yabancıdır; çünkü kendi özünü görebilecek ışıktan /vahiy yoksundur. Karanlık ormana ışıksız girmiş ve düz odun diye yılanları toplayarak sinesine basmıştır! Evet, uygarlık denilen dünya meydanında insan kendi özüne yabancıdır, olmak zorundadır; çünkü geldiği yeri hatırlayamamakta ve sürekli acı çekmektedir. Bu acı onu hareketli kılmıştır; diş ağrısı çeken bir insanın uslu uslu oturabilmesi mümkün müdür? Ruh acısı çeken, yaradılış gizeminin derinliklerinden gelen acılarla kuşatılan insan sürekli hareket etmesin de ne yapsın? Bu hareketliliğin adına “ilim” diyeceksek, dünyanın bağrından kan eksik olmayacaktır. Dünyayı kana bulayanlar çobanlar değil çünkü; üniversite mezunlarıdır.
Uygarlık acılarıyla kıvranan insanların, kendi acılarını unutmak için yapacak oldukları en basit davranış biçimi içmek ve uyuşmak olacaktır. Yoksa bu ayrılık acısına fıtrat denilen insanın özü/ atomu nasıl dayansın? Daha cesurları intihar edecektir; çünkü acı çok şiddetlidir. Dahası, dayanılmaz firak ateşi onları çıldırtacak, delirtecektir! Uygarlık sitelerinde bunlardan başka insan davranışlarına rastlamak mümkün müdür?
Medeniyet kulvarına gelince; arayıcı olan insan, vahyi kendine ışık edinerek arar olmuşsa, geldiği yeri hatırlayacak olduğu için, hayatı fani bir araç olarak algılayacak ve aradığının burada olmadığına inanarak, bir vuslat aşkıyla dünyasında kendi özüne doğru yolculuk yapacaktır. Bu yolculuk güzel yolculuktur; acılı değil, hüzünlüdür.
Formüle edersek şöyle diyebiliriz:
Ayrılık + Arayış = Dünya amaç--- Uygarlık ( Sadece akıl )
Ayrılık + arayış = Dünya araç--- Medeniyet ( Akıl ve Vahiy )
Medeni sitede hayat bir yolculuktan ibarettir. Mimari, musiki, edebiyat, sanat, hukuk, ticaret… her şey fanilik üzerine kurulmuştur; çünkü burası gurbettir, asıl hayat ötededir. Burası acıkmanın yeri, doymak ise ötede. Bugün dünya üzerinde kurulan şehirlere bakınız, fanilikten eser göremezsiniz! Yüzyıllara meydan okuyan binalar adeta insanlığa ruh mezarlığı oluşturmaktadır. Kendisi fani olan insanın, yüzyılları kuşatacak binaların içinde yaşaması fıtri olarak bir çatışmanın da habercisidir; çünkü bu sitelerde insan hiç ölmeyecek gibi, adeta tanrılığa kalkışır ve kendine yabancılaşır. Yabancıya güven olmaz; devletler, insanlar birbirlerine güvenebiliyorlar mı? Güvenin olmadığı yerin cehennemden farkı nedir?
Fıtrat tohumu, uygarlık toprağında yeşermeyeceği için, uygarların “sahip olmak” denilen çocukluk duygularından kurtulmaları imkânsızdır. Ellerinden alınacağını sandıkları her şey savaş nedenidir ve dünya savaş meydanından başka da bir şey değildir. Osmanlı’nın olmadığı dünya, iki dünya savaşı görmedi mi?
Medeniyet havzasında ise ayrılık acısı iman, ibadet ve barışla, insanların geleceğe olan umutlarıyla, sonsuzluk duygularıyla, fanilik bilinciyle tatmin edilmekte ve insan bu sitede fıtratını yeşillendirip büyütebilecek olduğu toprak zemini bulabilmektedir. Burada insanlar “olmak” için çaba harcarlar. Bu zeminin adı İslâm’dır. Bu zeminde büyüyen, yeşillenen ve meyve veren varlığın adı da Müslüman’dır. Müslüman, hiçbir şart ve kayıt altında kaybı olmayan insanın adıdır!
Kısaca, hayatı yönlendiren ayrılık acısıdır ve bunun neticesi de arayıştır; çünkü her ayrı düşen arar.
Dünya, arayışın öznesi olursa, kendi içinde insanı boğar. Uygarlık, boğulan insanların hırıltılı sesleridir; ebedî ve edebî anlamdan yoksundur.
Dünya, arayışın nesnesi olursa, kendi içinde insan olgunlaşır, kemale erer. Medeniyet, kemale eren insanların birlikte kurdukları havzaların adıdır. Fanilik yurdudur, hiçbir şey put değildir ve insan kendisiyle çelişmediği, kendini bulduğu için mutludur. Ebedî ve edebî anlam yüklüdür.
Uygarlık, bulamamanın hırçınlığı, saldırganlığı, savaşı; Medeniyet, bulmanın tatminkâr ruhu, barışı ve ebedi mutluluk köprüsüdür. Uygarlık, asıl vatanı unutturduğu için yalancı belde; Medeniyet ise, asıl vatanı hatırlatıcı özü canlı tuttuğu için emin diyardır.
NOT: Okullar açıldı. Çocuklarımızın beyinleri ve gönülleri de açılabilecek mi?
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci