Kur’an-ı Kerim’i her önüme koyuşumda rahmetli babam aklıma gelir. Yine de öyle oldu.
Babam 1930- 32 yılları arasında hafızlık yapmış. Aslında onun hafızlık serüveni başlı başına bir roman konusudur. O dönemin şartları, çileler; Kur’an’a ve dini değerlere karşı resmi tutum, halkın jandarma korkusu ve yılgınlığı… gibi oluşmuş birçok olumsuz havanın tavan yaptığı dönemler…
Babam, her sayfası yırtılmış ve sonradan basit bir şekilde sayfaları yapıştırılmış Kur’an-ı Kerim’i eline alır ve beni karşısında oturtarak şunları söylerdi:
“Evlâdım, beni iyi dinle! Benim sana vasiyetimdir ve aynı zamanda da miras olarak sana bu Kelam-ı Kadim’i bırakıyorum. On, on iki yaşlarında çocuktum. Ailece hafızlık yapmam kararlaştırıldı. Kararlaştırıldı da nerede ve kiminle hafızlık yapacaktım? Kur’an okumak, bulundurmak yasaklanmıştı. Sık sık köye jandarma gelir ve halka korku salardı. Biz çocuklar jandarmayı görünce nasıl kaçar, nasıl kaçardık, korkumuzdan!
Köyümüzün bir hafızı vardı, “Kantar Hafız” derlerdi ona. Rahmetli babam bir gün ona gitmiş ve durumu anlatmış. O da benim için “gelsin, okuturum.” demiş. Babam bana bunu söyleyince ne kadar sevinmiştim, ama bir yanda da jandarma korkusu içimi titretiyordu.
Hocamın yanına korka korka gittim. Beni karşısında oturttu ve şunları söyledi:
“ Evlâdım, sen hafızlık yapmaya karar vermişsin, bu çok güzel bir haber; lakin ahvali biliyorsun ki bu, artık yasak! Geçenlerde kasabaya indim. Baktım ki direklere yazılar asmışlar. Okumaya çalıştım, şöyle yazıyordu: “Şeriat mülgadır!” Mülga nedir bilir misin? Lağvedilmiş, kaldırılmış demektir. Bin senedir onunla idare edildiğimiz Şeriat artık kaldırılmıştır! Şeriat’ı bize bildiren kitap olan Kur’an-ı Kerim de artık yasaklanmıştır. Ama sen onun hafızı olmak istiyorsan, ben de canımı ortaya koyup bunu sana yaptıracağım!”
“Hocam bunları söyleyince heyecanlandım ve tamam dedim. İşte bu gördüğün ve babamın hediyesi olan Kur’an’ımı koynuma alarak hocamın evine vardım. İlk okumaya evde başladık, ama hocam, evde çocuklar var, onlardan haber alabilirler diye diğer derslerimizin daha uzak yerde bulunan değirmende yapmamızı söyledi ve bir süre değirmende dersimizi yaptık.
Daha sonraları tarlalarda, kuytu yerlerde ve kara üzüm asması verdiğimiz kızılağaçların tepesinde dersimi okurdum. Kur’anı’ı sayfalarına ayırmış ve yaprak yaprak koynuma alarak ağaca çıkar ve hocamla birlikte üzüm topluyoruz bahanesiyle ders yapardık. Hocam ağacın tepesinde çok ağlardı; o ağlayınca ben de ağlardım. Gözyaşlarım bu mübarek sayfalara damlardı. (Babam bunları söylerken de ağlıyor.) Evlâdım, sana vasiyetimdir: Babanı yetim ahirete gönderme! Sen Kur’an’a sahip çık oğlum. Canın pahasına sahip çık, malın pahasına çık. Sana haram lokma yedirmedim; inanıyorum ki, Kur’an senin hayatın olacak. Bir de oğlum, Hz. Peygamberimizin hayatını iyi oku. O çilekeş insanı iyi tanı. O’nun yolunu takip et. Rezzak olan, rızkı veren Allah’tır, rızık endişesi taşıma ve yola koyul. Allah yolunu açık eylesin; Kendisine kul, Habib’ine ümmet eylesin!”
O gün bugündür babamın gözyaşları içinde zaman zaman bana anlattıklarını asla unutamıyorum. Yiyecek yemekleri olmayan insanları, hatta ekmek bulamayanları sırf Müslüman oldukları için sindirmek, kutsal kitaplarını yasaklamak nasıl bir vahşettir! Bugünkü halimize bir yorum getirilecekse, dünün zulümlerini hatırlamak ve anlamak zorundayız.
Baba yadigârı, yol arkadaşım o Kur’an yanımda bugün ve ben babamın vasiyetini elimden geldiğince yerine getirmeye çalışıyorum.
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci