Televizyonun karşısında “Balyoz Davası”nın Yargıtay safhasını izlerken duygudan duyguya evrilip gittim. Cezaları Yargıtay’ca onanan koca koca adamların, general ve amirallerin hayal kırıklıklarını, asırlık rüyalarından uyandırıldıklarını gördükçe derin düşüncelere daldım. Bu milleti düşmanlardan korumak için asker olmuş bazı kişilerin, silahlarını halkının inançları, değerleri üzerine çevirmesinden daha vahim ne olabilirdi? Halkın seçtiği meşru iktidarı devirmek için karanlık dehlizlerde, karanlık planlara imza atmanın ne anlama geldiğini, bu memlekette hukukun da var olduğunu, hem onların, hem de başkalarının artık anlamaları gerektiğinin bir kanıtıdır “Yargıtay Kararları”.
Üzüldüm. Bu silahlarını yanlış yerde kullanmak isteyen kişilerin yakınlarının “perişan” hallerini gördükçe de, bir insan olarak, üzüldüm. Ne var ki, hakka karşı çıkmak, haksızlıktır. Alma mazlumun ahını derler ya, bunlar ve geçmişteki muktedirler, kimlerin, hangi garip insanların ahlarıyla demlenmemişler ki!
Yılar yılı bu milletin kız çocuklarının feryadını duymadılar, duyacak iç kulaktan da zaten mahrumdular; çünkü baronlarının düdük sesleriyle kulakları sağırlaşmıştı. 28 Şubat’ta adeta zulmün Everest tepesine tırmandılar. Kızımın, Viyana’ya giderken gözyaşlarına boğularak bana söylediği o cümleleri, içimin saatlerinin adeta ayarı oldu: “Babacığım, beni okullarında okutmadılar, inançlarımı horladılar, hakaret ettiler; gözyaşlarımıza aldırış etmediler. Fakat babacığım, Viyana’ya, Viyana’yı kuşatan ceddimin ruhuyla gidiyor ve inşallah oradan dolu dolu gelerek, bizlere zulmedenlerin çocuklarına da merhamet etmek amacıyla elimden geleni yapacağım. Kızın bir gün Fatıma olarak dönecek ve hicretini tamamlayacaktır. Şimdilik Allah ısmarladık, sevgili babacığım!” demişti bana sevgili kızım. Hicretin tamamlandı kızım, artık vatanına, şehit dedelerinin kanlarıyla yoğrulmuş ata topraklarına dönebilirsin!
Bir vatandaş olarak, bütün ömrümün, hatta babalarımızın da ömürlerinin hep darbe korkusuyla geçtiğini, çocuklarımın ise can evlerine bir yılan gibi süzüldüğünü bu darbelerin, söylemek abartı değildir. Bu sistemi kuran bir azınlık, bu halkı kendi ifrit emellerinin hizmetçisi konumunda gördü. 60, 71, 80, 28 Şubat, 28 Nisan, Balyoz, Ayışığı, Ergenekon! Bunlar ne ya hu? Bu şifreler, hak etmediği halde, Türk milletinin yönetim biçimi, devlet düzeni; uluslar arası baronların bu millet üzerindeki lav püskürtüsü adeta! Sonra demokrasi teraneleri!
Bu millet, silahı ellerine geçiren bazı grupların oyuncağı mıydı? Çocuklarımızın geleceklerini karartma güçlerini bunlar nereden ve kimlerden alıyorlardı? Bunların bir gün hesapları sorulmayacak mıydı?
Türk’üyle, Kürd’üyle, Laz’ıyla, Çekez’iyle… bu millet masumdu ve vatanını, milletini seviyordu. Fakat bir “suç”u vardı ki bu milletin, affedilir cinsten değildi! İşte uzun yıllar, baronlar tarafından affedilmeyen bu milletin suçu neydi, biliyor musunuz? Osmanlı’nın tebaası olmak. Osmanlı Devleti’nin İslam Milleti olmak. Güya “tebaa”yı kaldıracak ve “ulus” yapacaklardı; ne var ki, baronlara hizmetçi yaptılar. Kültürümüzü bozdular, ekonomimizi talan eylediler. Dünya egemenleri bu millete asırlık kürek cezası verdi, karanlık tünellere soktu, güneşten mahrum bıraktı.
Merhametleri yoktu. Başörtüsü zulmünden dolayı gözyaşları kuruyan, akılları sarsıntı geçiren, aileleri dağılan kızlarımızın çilelerinden müthiş şizofrenik zevk duyan bu kendilerini büyük gören zavallılar, çocuklarımızın gözyaşlarıyla, Boğaz’da viskilerini yudumladılar. Allah’ın yeryüzündeki hâkimiyeti ve kanunlarıyla adeta dalga geçtiler.
Menderes, Özal, Erbakan bu zulüm düzenine çomak soktular; fakat başlarına gelmedik şeyler de kalmadı; kimisi canından oldu, kimisi makamından. Fakat her şeye rağmen bu düzeni salladılar.
Roma’yı yakan Neron’u, oğlu Brütüs hançerleyince, Neron’un sözü tarihe zalimlerin sloganı olarak geçti: “Oğlum, sen de mi Brütüs?” Sonra Brütüs’e sordular: “Babanı sevmiyor muydun?” Cevap bütün zalimlerin kulaklarında çınlayacak çaptadır: “Babamı seviyordum, fakat memleketimi ondan daha çok seviyorum!”
Sonra bir Recep Tayyip Erdoğan geldi ve bunlara hukukun aynasını gösterdi. Bugüne kadar çukur aynalara bakıp kendilerini dev gibi görenler, düz aynanın karşısında boyunlarının ölçüsünü görmekten hiç de hoşnut olmadılar; ama gerçek buydu, ne yaparsın! Lider, yürüdüğü zaman ardından zulüm gözyaşlarını bırakan değil, halkının sevgi gözyaşlarını memleketinin taşına, toprağına, havasına, suyuna; milletinin kalbine, ruhuna eken insandır. Hâlâ medyada, iş âleminde, siyasette ve diğer yerlerde, önlerine konan çukur aynalara bakıp kendilerini dev gibi görenler, önlerindeki aynalarını değiştirseler ve millet aynasını önlerine koysalar ne iyi ederler.
12 Eylül 2010’daki anayasa referandumu bütün bu gelişmelerin önünü açtı. Bir de anayasa değiştirilse nelerin olabileceğini hayal bile edemeyiz. Nice “büyük” ağaçların çürük köklerini gördükçe, “vay be!” demekten halkımız kendini alamayacaktır, o zaman.
Keşke olanlar olmasaydı, bazı tipler kanunsuz, uygunsuz ve de kendi medeniyet kodlarıyla çatışan işler yapmasalardı. Bir gün Molla Kasım’ın geleceğini önceden görselerdi. Ah şu “iktidar” hırsı, şöhret, şehvet ve nefs imparatorluğu! İnsan kendini bilse ne olurdu. Bunun için okullarımızda çocuklarımıza fani olduklarını hissettirmek, gerçek anlamda insan haklarını öğretmek, galiba bütün bilimlerin ötesinde ele alınmalıdır; çünkü dünyayı kana boğanlar çobanlar değil, üniversite mezunlarıdır!