Ben bir bireyim. Özgün ve özgür bir varlığa sahibim. Varlık âlemi içinde bir benzerim yok. Fiziğimle, ruhumla, davranış ve beklentilerimle apayrı bir dünyayım. Kuru fasulyeyi sevsem de ondan aldığım tadın aynısını alan bir başka canlı mevcut değil.
Böyle olduğum için, başkasına söylenen bir sözün aynısı bana söylendiğinde, tepkim bir başkası gibi olmaz. Milyarlarca hücrelerimin algısı elbette ki farklı olmak zorundadır. Ya ruhum? Onun algısı ise, galaksilerden daha uzak ve derin. Üstelik zamanın akışı içerisinde anbe an değişiyorum. Sürekli bir yürüyüşüm var.
“Okul” dediler, acayip bir tünele soktular beni. “Eğitecek”lerini söylediler ve ayrı dünyaları paylaştığımız insan kardeşlerimle birlikte onlarcamızı “sınıf” dedikleri yere yığdılar. Baklayı sevmediğimi söylememe rağmen, herkese aynı yemek yedirdiklerini vurgulayarak, bunun eşitlik ilkesine de uyduğunu dile getirdiler.
Tek boyutlu bir dünyadan başka bir tercihimin olamayacağını özelikle dikte ettiler. Pozitivist olmaktan gayrı bir seçeneğimin kalmadığını, bunun dışındaki her anlayışın çağdışı bir tutum olduğunu parmaklarıyla işaret ederek ve gözümün içine baka baka anlattılar.
Kısacası, yarar ve haz üzerine beni eğittiklerini söylediler. Şimdi neyi görüyor, neyi değerlendiriyorsam bu minval üzere hareket ediyorum: “Bana ne faydası var, keyfimi ne derece etkiliyor?” Gerisi mi? Umurumda değil! “Hayr” kavramını hiç semtime sokmadıklarından paylaşımcı değil, yarışmacıyım. Paylaşmak ne demek? Her şey benim olmalı, herkes benden söz etmeli, her adım bana gelmeli.
Yarışmayı hayat felsefem olarak belirlediğim için, beni bu yarışta geçenleri düşman biliyorum. Bazen de bizi kıyasıya yarıştıranların, “Bu bir yarışmadır, sonuçta.” diyerek pişkince gülüşmeleri var ya, işte o zaman “iyi saatte olsunlar” etrafıma doluşuyor. Olimpiyatları kim spor olsun diye canla başla ülkesine almaya çalışıyor? “Sahip olmak!” Ah o duygu!
Hep tek boyutlu bir dünyadan dem vurdular. Bu nedenle bilgiyi meslek edinmek ve para kazanmak için elde etmeye çalıştım. Bilgiyi elde etmenin Allah’a ibadet olabileceğini nereden bilebilirdim? Bana kimse böyle bir şeyin varlığından söz etmedi ki! Bu nedenle paylaşımcı olamadım, akranlarımı geçmek uğruna hep yarışmacı oldum, olmak zorundaydım. “Olmak” için değil, “sahip olmak” için didinip duruyorum.
İnsanların hiçbirini sevemedim; çünkü onları, sahip olduklarımı elimden alacak potansiyel suçlu olarak gördüm. Sevgiyi, hep kendime yatırım olarak belledim.
“Okul” dediler ve beni değersizleştirdiler. Bu nedenle her şeye bir “fiyat” yaftasıyla ve sürü mantığıyla yaklaştım. Beni Yaratan’ın, “yaratılanların en üstünü” olarak yarattığını okulda öğrenemezdim ki! Eğitimin, en alt katmanda olan yeteneğin ( fıtratın ), en üst noktaya yükseltme süreci olduğunu bana kim öğretseydi?
Kalbimi söküp yerinden aldılar; çünkü bunun rasyonalitesinin olmadığına inanıyorlardı. Bunun için ben merhamet, sevgi, şefkat, yardım etmek gibi kavramlardan uzağım. Rasyonaliteden söz edenler aklımı da koruyamadılar. Bu nedenle şehvet, bencillik, merhametsizlik gibi şer duygular etrafımda dolanıp durur. Aklımın kökünün kalbime bağlı olduğunu ben nerede öğrenecektim? Ahiretimi çaldılar; yetim ve öksüzlüğüm bundan. “Gez”ip duruyorum bilinçsizce adressiz ve rehbersiz!
Hep elma olmamı istediler. Oysa ben armuttum, eriktim, incirdim, fındıktım… Aynı bahçede yetişemiyordum. “Okul” dediler, hepimizi aynı iklim ve bahçenin tutsağı yaptılar. Kimimizin kör, kimimizin topal, sağır, dilsiz ve de hissiz oluşumuz bundandır. Özgürlüğümüzü elimizden aldılar; sere serpe gökyüzüne doğru uzanamayışımız boşuna değildir. Beni tanımak istemediler, ama tanımlamak için can attılar; çünkü orda, yeteneklerimi sınırlandırmaktan tanrısal bir zevk aldılar.
Bilginin kaynağının Allah olduğunu zinhar ağızlarına bile almadılar. Yaratıcıyla irtibatımı her an kesmeye çalıştılar, böylece kendilerine kul olmamı sağladılar. Meydanlarda onlar adına bağıracak, alkış tutacak kimselere ihtiyaçları vardı. Onlar adına nara atışlarımızdan seslerimiz kısıldı, alkıştan avuçlarımıza biber düştü. Ve bunun adına da politika dediler, bizi birbirimize kırdırdılar.
İlmin, Allah tarafından bana bağışlanmış bir lütuf olduğunu bilemedim. Sonra kalktım, onların kavramlarıyla düşünmeye başladım ve “Dini ilimler, dünyevi ilimler” diye ilmi kategorize etmeye koyuldum. Bir kimyacı, Allah’ın yarattığı maddenin, yine O’nun koyduğu yasayla bazı sırlarını öğrendiği zaman “bilgin”, bir başka insan kendi iç dünyasının bazı sırlarını keşfettiği zaman “dinci” mi oluyordu? Allah’ım, ben ne büyük bir cürüm işlemişim? Âleme koyduğun Tevhid’i parçalamaya, onlar gibi her şeyi farklı adacıklar şeklinde düşünmeye başladım! Bu nedenle ne hayatı anlayabiliyorum, ne de sonsuzluk kavramını algılayabiliyorum. Basit bir çıkar uğruna tüm âlemi savaşa sürüklemekten adeta zevk alır hale geldim.
Hür düşüncem uçup gitti. Bana kendi tanrılarını “bilimsellik” yaftasıyla dayattılar.
Bana öğretmenlik yapanların hiçbiri Peygamber’ime benzemiyordu; kendi nefsinden çok bizi düşünmüyordu. İnsani boyutumu yitirişim bundan, Allah’ım.
Bizi “okuttular” canımıza okumak için. “Gezi”p duruyoruz bilinçsizce parklarda.
Ey bizi okullu yapıp “okutan”lar, ne olur, artık okutmayın!
“Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur.” diyene kadar.