“BEN NESLİ” BİZ NESLİ OLABİLİR Mİ?

D. Ali TAŞÇI

             Şeyh Sadi’nin Bostan adlı eseri hikmetlerle doludur. İşte bu güzel sözlerden biri, "Seher yeli gülleri açar; fakat odunu açamaz. Onu ancak balta açar." diyor. 

             Hakk’ın sözü seher yeline benzer, o, güle dönmüş gönüllere hayat bağışlar; ancak sevgiden nasibini almamış, saygısız, kaba, taş kalplere tesir etmez; onlar ateşin şiddetinden, baltanın gücünden anlarlar. Onların dünyalarında incelik bulunmaz, kulaklarını hikmete kapamışlardır. Onlar, varlığın inleyen nağmelerini duyamaz, hissedemez; yaralı gönüllerin hüzün bestelerini okuyamazlar. 

            Gençlerle konuşurken onlara şunu sordum: Günümüzün gençliği neden bu kadar mizahın, argonun peşindedir? Hayatı ciddiye almaktan bu kadar niçin uzaktır? Mizahtan başka bir alternatifleri yok mudur? Elif kızımızın cevabı bana çok anlamlı geldi: Savaş görmedik, sıkıntı çekmedik; hayatın yokuşunu tırmanırken hiç terlemedik de ondan. Hani Ahmed Haşim diyordu ya: Melâli anlamayan nesle aşina değiliz. diye, tam üzerine oturuyor.

            Galiba doğru bir teşhis bu. Konformizm tüm gençliğimizi can evinden vuruyor. Hayatı bencilce ve tek boyutlu algılamak, hayat adına intihardır. Zihinler, dirilişi olmayan bir ölümün kıskacı altında can çekişiyor ve bu çırpınışa hayat deniliyor. Bu kıskaç, hakikatten kaçışı da beraberinde getiriyor: İçki, uyuşturucu, fuhuş ve güya hayatla dalga geçmenin adı, mizah.

            Çile çekmeyen mutluluğu tadamaz. Susamayan, suyun tadını nasıl alsın ki? Elmas, kömürün çilesi değil midir?

            Aslında gençliğimiz bütün sorunlarını çözmüş de konformizme düşmüş değildir. O, sanal dünyanın illüzyonu altında yaratılış gerçeğini görememektedir. Gönül aynasında kendini göremeyen insanın başka dünyalara doğru sürüklenmesi kaçınılmazdır. 

            Tek boyutlu dünyada yaşama sürecine girmiş bulunuyoruz. Farklı ırkların, değişik coğrafyaların, ayrı kültürlerin insanları, bir olay karşısında aynı tepkiyi vermeye zorlanacak. Adana’ya çay ekeceksiniz, Rize’ye de pamuk ve ürün almak için çalışacaksınız. Hasat zamanı ürün alamayınca da bir sürü dedi-kodu üretecek ve bunun adına da bilim, çağdaşlık diyecek ve hakikati susturmaya çalışacaksınız. Hıh! 

            Dünyada hep elma yetişseydi ne yapardık? Çeşit çeşit meyvelerin tadından mahrum kalırdık. İklimler olmasaydı, mevsimler değişmeseydi anlayışlarımız, duygularımız monotonlaşırdı. Dünyanın en belirgin özelliği farklı olmak, farklılıkları sunmaktır. Fakat tüm bu farklılıklar kavga unsuru değil, bir ahengin bestesidir. Dünya, bu farklılıkları insanlığa hediye olarak sunmaktadır. 

            İnsan vücudu bile farklı organlardan oluşuyor: Akciğer, karaciğer, dalak ayrı âlem, mide, böbrek ayrı. Fakat vücut birliği var orta yerde, o olmadan yaşanmaz. Bu birliği sağlayan organ kalp’tir. Kan orada temizlenir ve tüm vücuda hayat sunar. 

             Dünya, insan vücudu gibidir; her insan bu vücudun organıdır. Birinin başına bir hal gelmesi demek, tüm vücudun bundan etkilenmesi demektir. Hangi organımıza kıyabiliriz ki? 

            Ne var ki orta yerde kalp rahatsız! Dünyada her şey çeşit çeşittir, ama dünya ortaktır. Organlar farklı farklıdır, ama vücut ortaktır. Ağaçlar tür türdür, ama toprak ortaktır. İnsanlar da renk renktir, ama Allah birdir. O’nun gönderdiği ve söylediği her şey haktır. İşte bunun adı Tevhid’dir. Bunun adı insanlık bestesidir ve kim bu bestenin dışına düşmüşse notasız bir gürültüdür ve kulak tırmalar. 

            Her insanın sesi farklıdır ve her zerrede bir ses vardır. Tevhid, bu sesleri bir ahenk içinde duymanın adıdır. Akordu bozan her ses şeytanîdir, Rahmanî değildir. Hayatının bestekârı Allah değilse, şeytanî nağmeler ruhuna ıstırap üstüne ıstırap akıtacaktır. Sen kopuşu, aldanışı, yıkılışı, yok oluşu yaşamaktan kurtulamayacaksın; çünkü hayatından Tevhid’i kovmuşsun. 

            Kalp merkezine kulak veren insan Tevhid’in sesini duyar. Duyar ve doğar. İşte bu insan canavar kesilmez, boşlukların ve loşlukların kurbanı olmaz. Hayatı ve kendini tanır. Bu tanışma ona Rabbanî yollar açar. Bu yolcu, yolcuların selameti için, başını bataklıklara gömer ve insan kardeşlerinin kurtuluşu ve menzile ulaşması için gerekirse canını verir. Ve bilir ki bu can veriş, ebedî kurtuluşun bir ön adımıdır. 

            Günün Ben nesli, Bana bir dağ dolusu cola ile çerez verin ve bilgisayarı önüme koyun, artık kimseye ihtiyaç duymam. diyebiliyor. Bu genç, yolculuğa yalnız ve amansız çıkmaktadır. Bu yolculuk, kıyamet yolculuğudur. Bu yolculuk, bencil bir yolculuktur; ardından savaş ve bunalımlar doğurur. 

            Gençler, bu yol ayrımında, zor fakat kutlu olan Tevhid yolunu seçmekte zorlanıyor ve nefsinin arzusuna kapılarak basit, banal, çürütücü, çilesiz kolay yolu tercih ediyor. Her şeyi gırgıra alıyor, hayata argonun gözlüğüyle bakıyor ve tek tercih mizah diyor. Ne yazık ki o, bu gidiş devam ederse, zorun ve kutlunun eğitimini almamış olmanın cezasını ebediyen çekecektir. 

            Bunalımdan çıkışın, hakikate ulaşmanın yolu mizah değildir. Mizah, bir kaçıştır; kendi gerçeğinden, varlığın özünden kaçıştır. Bu kaçış, aynı zamanda şeytanın inine de varıştır. Mizah, düşüncenin anüsüdür, evet, zaman zaman ihtiyaç duyulsa da insan vücudu anüsten ibaret değildir. Tuvaletsiz ev olmaz, ama evin tümü de tuvalet değildir. Hayatı boyunca bir kere kahkaha ile gülmemiş olan Sevgililer Sevgilisi’nin bu davranışında bir hikmet yok muydu? O, tebessümünü kuşanıyor ve hayatın sırlarını mübarek yüzünden izhar ediyordu. 

            Kahkaha aşkı yok eder. Gençliklerinde kahkaha ile yaşayanlar, yaşlandıklarında ruh açlığından ölürler. Tebessüm, aşkın çocuğudur. İnsanın kahkahaya değil, tebessüme ihtiyacı vardır. Arabesk dünyaya da iltifatımız yoktur. Melankolik takılmalar da bizi tanımlamaz. Ciddiyet’in kara şatoları da bizi kuşatamaz. Latife’nin ince tellerinde, mümin gönüllerin derin vuruşları duyulur. 

            Mümin âşıktır. Aşkı soluyan insanın gözünde bütün âlem, saba makamında bestelenmiş bir eserdir. Bu eserde, notalarına uygun olarak istediğin sesi çıkarabilirsin. Kahkaha, notasız gülüştür ve kulağı tırmalar. Kim çok gülüyorsa, bakınız, kalbi ölmüştür. Hayır, demeyiniz, gülerek ölene rastlanmamıştır, diye. Kalpler ölünce musalla taşına konmadığı için tabutları gözükmez. Ve nice gözyaşları vardır ki, mutluluk dünyasının incilerini taşır, yanaklarda. Bir Ebubekir gibi yürek yangınlarının kokusunu dünyaya salamayan insanın aşkından söz edilemez. Sözlerimiz, gönül dünyamızın çocuklarıdır, çünkü. 

            Aslında yapılacak şey zor değildir: Çocuklarımıza, faniliği ve ölüm sonrası sonsuz hayatın varlığı ciddi bir şekilde verilirse, buna yatkın olan fıtratları bu eğitimi alacak ve onlar da rahat olacaklar, onların yaşadığı toplum da. Mevlâna’nın bir sözünü hatırlıyorum: Bütün ilimlerin özü, ahirette başına ne geleceğini bilmektir. Ahiret kavramı, diriliş duygusu verilmeden insanın eğitilmediği, bugünün dünyasını yöneten büyüklere bakılarak anlaşılabilir. Dünyayı kana bulayan çobanlar değil, üniversite mezunlarıdır. Birey olarak bir şeyler yapamayacaksak, hiç olmazsa, kendimize bir çekidüzen vermeli ve yalnız doğup yalnız öleceğimizin farkında olmalıyız. İki yalnızlık arasındaki hayatı da çok kutsamadan gerçek hayata doğru adım adım yürüdüğümüzün bilinci içimizde yer etmelidir. 

            Evet, hayat çok ciddi bir alandır, ama kutsanacak yer de değildir. Benliğine, fiziğine adeta tapınanlar, bir gün bunları kaybedecek olduklarını düşünsünler. Sonunda ölüme teslim olacak bir varlığın bu kadar BEN iddiasında bulunması bir çelişkidir. Çelişkiler yumağına sarılı bulunan insanın mutlu olma şansı yoktur. Mutlu olamayanlar da, ister istemez, başkalarının mutluluklarına düşman olurlar. Allah’ın huzuruna dostça gitmek dururken bu düşmanlık, bu kendini bilmezlik niye? 

NOT: Bir önceki “Ben Nesli Nereye Koşuyor” adlı yazımı yazarken, Jean Twenge’nin yazdığı, Esra Öztürk’ün tercüme ettiği ve Kaknüs Yayınları’ndan çıkan “Ben Nesli” adlı kitaptan yararlandığımı not düşmeyi unuttum. Dahli olanlardan özür dilerim.