Sevgili Okurlarım, bugün siyasetten uzak, derin konulara değinmeden, ruh halimi anlatan, özlemlerimi aktaracağım. Ayrıca bir hafta süreyle aranızdayım, yanı misafirinizim.
Bendeniz Rize’nin Ardeşen ilçesi Yukarıdurak köyündenim. Okuma yazma bilmeyen bir ailenin 12 çocuğundan biriyim.
Lise sona kadar Kaçkar’ın eteklerinde çobanlık yaptım. Kısacası hem çalıştık, hem okuduk. Hayatın içinden geliyoruz. Mısır ekmeği tek gıda maddemiz, beyaz fırın ekmeği ise pastamız oldu. Tabandan, tavana uzun bir yürüyüş yaptık.
Cahit Külebi’nin “Benim doğduğum köyde Ceviz ağaçları yoktu, ben bu yüzden serinliğe hasretim” diye başlayan”Hikaye” adli şiirinde olduğu gibi, ben de köyümün yok olmuş tüm özelliklerini özledim..
Dağların tepelerinden inen, kayalara çarparak uğuldayan, Fırtına Vadisi’nden salınarak akan, insanın ruhunu tazeleyen suyun sesi ile büyüdük.
Ayder’in, Sırt yaylanın, dahası Kaçkar’ın tepelerini yalayarak ormana inen, yaprakları okşayarak yayılan, yorgun yeşilin, güz kızılının kokusuyla yoğrulmuş rüzgârın sesi hayatımızın bir parçasıydı… Her ne kadar bölgedeki HES inşaatları yüzünden bu güzellikler yok oluyorsa da
****
Yaylaya gidenlere, sonbaharda dönenlere, göç yolunda çıkanlarla onları uğurlayanların birbirine karıştığı kuşların ve kuzuların sesi ile sabahları uyandım.
Köyümde Tıp Fakültesi’nde okuyan ilk öğrencilerinden Hasan ve Osman Balcan’a bakarak, “Acaba ben de onlar gibi okuyabilecek miyim?” hayranlığıyla yaşadım.
Benim okumam için çırpınan, yırtık Trabzon lastiği ile köyden Ardeşen’e, 20. km yolda, sırtıyla odun taşıyan rahmetli anacığımı hatırladığımda, yüreğimde oluşan acılarla olgunlaştım.
Maddi durumu iyi olan arkadaşlarımın sırtındaki güzel montlara bakarak, “Keşke bende de olsa” dediğimi hatırladım.
Almanya’dan köye gelen gurbetçilerin bana verdikleri 1 Mark’ın heyecanıyla yaşadım.
Bayram günlerinde giyeceğim ve yastık altında ütülediğim yamalı pantolonla büyüdüğümü hatırladım.
Sarının, kırmızının tonlarına bürünmüş, her yapraktan dağılan hüznün, ayrılığın korkusuyla yaşadım.
Sahilden, ya da Büyük Şehirlerden gelenlere, yurt dışındaki gurbetçilerimize, hayranlıkla bakarak büyüdüm.
Suyun, rüzgârın, sarp kayalara yağan karların, çobanlık yaptığım hayvanların çıngırak seslerinin, denizi andıran sise karıştığı anlarda, kuzularımı kaybederim endişeleriyle yaşadım.
***
Aradan yıllar geçti. Köprülerin altından çok sular aktı. 48 yılda, hayal bile edemeyeceğim görevler nasip oldu. Adeta Kaçkar’ın eteklerinden bürokrasinin tepelerine yürüdüm. Başarılı da oldum. 15 yıl gazetecilik, 2 başbakan, 5 bakana danışmanlık, iki kuruma genel müdürlük ve 8 kamu kurumunda yönetim kurulu üyeliği görevlerinde bulundum. Ancak geriye baktığımda, yine eski günlerimi, özlemlerimi fark ettim.
Ağustos sıcağında derin vadinin devasa kayalıklarından adeta püsküren Ayder’i özledim.
İnsanın içinden, derdi, tasayı alıp götüren billur renkli Fırtına’yı özledim. Çocukluğumda tuttuğum, günümüzde yok edilen kırmızı benekli alabalığı özledim
Suya düşen yapraklar Mevlevi dervişler gibi semaya dönen buz gibi suyu oluşturduğu” Uzungöl’ü ” özledim, Sümela’yı, Sultan Murat’ı. özledim.
Yıllarca muhabirlik yaptığım Trabzon’u, Uzun sokağı, Kunduracılar caddesini, paramız olmadığı için veresiye yemek yediğimiz Polat Usta’yı, Arafıl Boyunu, Erdoğdu’yu, Uzunkum’u, dahası 12 yılımı geçirdiğim Trabzon’u ve tüm Trabzonluyu özledim. Eşim olan Meliha Yazıcı ile ilk tanıştığım, Karadeniz Teknik Üniversitesi kampüsünü özledim.
***
Kışın beyaz sesizliğin kapladığı, İlkbaharda taze yeşilin, eflalatun komarların ahengine bürünen yaylalarımı özledim.
Kuzularımı, saf temiz insanımı, yok edilmemiş ormanlarımı, misafirperverliği, doğallığı, köydeki eski düğünleri, imeceleri, akşamları toplanıp, lamba ışığında kuzine’nin etrafında yapılan sohbetleri özledim.
Tencerede kaynayan lahanayı, mıhlamayı, altın sarısı gibi mısır ekmeğini, yoğurdu turşuyu, hamsiyi özledim.
Gerçek insanlığı, karşılıksız dostluğu, entrikasız yaşamı özledim. Hayallerimi yüzdürdüğüm ırmakları, gölleri özledim.
Ayrı kaldığımda üzüldüğüm,özlediğim dostlarımı özledim...
Dağından çıkan küçük dereler birbirinden güzel bütün yaylaları özledim.
Ahşap kokuların sindiği, yok edildiği 100 yıllık ahşap evlerini, serenderlerini, yayla göçlerindeki şenliklerini, artık mumla aradığımız bahçemizdeki hormonsuz sebze ve meyveleri özledim
Senetin, sepetin olmadığı, sözün namus olduğu güven dolu mertliği özledim.
Köy kızlarının, çay bahçelerinde, ya da yayla yollarında sırtındaki yüküyle nişanlısına bir “merhaba” demesinin, ya da lamba ışığında yazdığı iki satır mektubunu verebilmenin güzelliğini özledim…
Kısacası... Doğduğum ve büyüdüğüm coğrafyanın dağını taşını, suyu, havasını, insanını ve her şeyini özledim… …
Galiba yaşlanıyoruz…