Cüceyi; “ Büyük adamların yakından görünüşü.” diye tanımlar, “Lehçetü’l Hakayık.” Başka bir yerde de şöyle bir dua okumuştum: “ Yarabbi; bazı insanları bana yakından tanıma fırsatını verme!”diye.
Büyüklüğün kalibresini yani ölçüsünü kaybetmişseniz, olur olmaz zamanlarda, olur olmaz şeylere “büyük” demekten kendinizi alamazsınız. Sonra birikiminiz, algınız ve değer yargılarınıza göre de “büyüklük” kavramı değişkendir.
Bir işçinin gözünde, ona insan muamelesi yapmayan ve maddi olarak da onun emeğini karşılamayan bir patron zalimdir. Bu patronu, bu işçi, kendi arkadaşları arasında eleştirir. Ne var ki, patron o işçiyi bir gün yanına çağırır da ücretini artırdığını söyler, bir de işçiyi överse, o işçinin gözünde o patron “büyük adam”dır. Çünkü o işçinin değer yargısı maddiyat ve “aferin” almaktı; o da gerçekleştiğine göre artık patronun diğer halleri hiç önemli değildir. İşçinin zihin dünyasının bütünlük arz etmediği ve bölmeli olduğu her halinden belli olmaktadır.
Osmanlı sonrası kuyuya düşer gibi avuçlarına düştüğümüz batılı dünyanın en önemli algı ve düşünüş biçimi işte budur: Hiçbir şeyi bütüncül olarak kavra(t)mamak ve küçücük daireler içine insan zihnini hapsetmek.
Açalım;
Zihin dünyamızı bir daireye benzetirsek, bu dairenin içini batılı şöyle doldurur: “Ekonomi, siyaset, kültür, din, sosyal davranışlar…vs.” Ve bu dairenin tümünü “laiklik” şablonuyla koruduğunu söyler; çünkü laiklik, sadece din ve devletin ayrımı değil, aynı zamanda zihinsel olarak parçalı düşünmenin de adıdır. Her katman birbiriyle geçişken olduğu halde, dinin hiçbir katmana geçişkenliği yoktur. Bu nedenle din, devlete ve hayata karışamaz, çünkü o, başka katmanın ürünüdür. Tevhid’in (bütüncül bakışın) tam zıddı bir durum sergiler.
Din, bu dairenin dışında tutulur. Bu dairenin içi hayattır, din ise hayata karışamaz. Buradaki “din” algısı beş duyu ötesi olduğu için hayattan ve hayati değildir. O, “tanrı ile kul arasındadır,” araya kimse giremez. Laiklik, dini asla hayata sokmamanın adıdır. Tanrı hayata karışamaz, çünkü o, buralı değil, yabancıdır!
Müslüman bir zihin yapısına gelince;
Yine aynı dairevi örneği verebiliriz. Bu dairenin içinde ekonomi var, kültür, siyaset, devlet yapılanması, sosyal ilişkiler vs.. var; bir tek din yoktur! Din nerededir? Bu dairenin adı tümüyle “Din dairesidir”. Zihin dünyasını oluşturan katmanlar arasında geçişkenlik kaçınılmazdır; çünkü hayat bir bütündür ve hayatı yaratan da Hay olandır. Mesela, bir otun yeşermesi için toprağın, toprağın olması için dünyanın var olması şarttır. Dünyanın da olması için bir evrenin mevcudiyeti kaçınılmazdır. O halde bir ot, eşittir bir evrendir! Yani hiçbir şey, hiçbir şeyden asla bağımsız değildir; hayata Tevhid’i bakış açısı hâkimdir. Varlığın yasası da budur.
Benim bahçeme güneş, hava, su, toprak karışmasın demek; benim bahçemde meyve yetişmesin demekle eş anlamlıdır. Bir insan hayatında Din, havadan, sudan da önemlidir; çünkü hava, su olmazsa ölürsün, ama Din olmazsa ebedi kaybolanlardan olursun. Bir Müslümana dinini hayata karıştırma demek, “sen öl!” demekten daha vahim bir durumdur.
Allah, bize bizden daha yakındır. O, bizi ve âlemleri yaratandır. Dünyamızın ve ukbamızın yaratıcısı, kural koyucusu O’dur. İnsana aklı veren ve bu aklını, O’nun Din’i doğrultusunda kullanırsa ebedi mutluluğa erişeceğini Peygamberi ve Kitab’ı vasıtasıyla bildirendir.
Bu durumda, “laik” zihin yapılanmasına göre her insan kendi içinde bir adadır ve adanın da kahramanı kendisidir. Bu liderlik ilerledikçe insan “tanrı”laşır ve karşı adalardaki “tanrılara” savaş açar. Hayat bir savaş alanıdır. Promete hikâyesi bu değil midir? Tanrılar gökte uyurken, Promete onlardan ışığı çalar ve insanlara verir. Uyanan tanrılar Promete’ye ve insanlara savaş açar. Hayat savaşla ayakta durur.
Laik düşünce, insanları, varlık yasasından kopardığı ve ters yönde işlediği için, onun oluşturduğu toplumda “paylaşım” denilen bir olguyla karşılaşamazsınız; çünkü zihin katmanları arasında geçişkenlik, yanı paylaşım yoktur. Bu durumda insan yalnızca kendini düşünen, sahip olmak için her savaşı göze alabilen, daha rahat yaşam adına hak hukuk tanımadan insan haklarını çiğneyen… bir varlık olarak karşımıza çıkar. “ Nefsini ilah edineni gördün mü?”
Sakın bana “Batılılar şöyle medeni..” demeyin; Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarını çıkarıp canavarca ölümleri sergileyenler, yeryüzü sömürge imparatorluklarını kuranlar ve daha nice zalimlikler sergileyen biz değiliz. Sadece Fransa, 14 Afrika ülkesinde yılda 500 milyar dolar sömürü vergisi almaktadır. Ya İngiltere ve diğerleri? Ya ABD! Yetişme tarzları budur; aldıkları eğitim onlara bunu zorunlu kılmaktadır. Bizler de bu eğitim sisteminin ardı sıra yüz yıldır debelenip durmaktayız. Bugün gözümüzün içine baka baka İslam âleminin tam ortasında yaptıklarını da göremiyorsak, galiba gözümüz ötede feci şekilde açılacaktır.
Şimdi İslam âleminin hastalığına kısaca bir bakalım:
Kendi zihin dünyasını unutmuş durumda. İşlemeyen katmanlar durağanlaşmış ve birbirleri arasında geçişkenlik sağlanamıyor. Durağan ve dolayısıyla küf tutmuş zihinle düşünceyi de geliştiremiyor. Batılılara öykünse de kendi ( küflü de olsa) geçişken zihin katmanları, onu tam batılı yapamıyor! İki arada bir derede kalmış durumda. Ya kendine gelecek, yani Tevhidi ( bütüncül ) düşünceyi hayatına yansıtacak ve yeryüzü yeniden yaradılış kanunlarıyla tanışacak yahut dünyayı kana bulayanların kuyruğunda can vermeyi bir meziyet sayacaktır. Umarız ve dileriz kendini tanısın ve tüm insanlığa yeniden örnek olsun.
Zihin dünyamdan ÖTE DÜNYA’ya bir geçişkenlik sağlayamayan hiçbir şey beni bana tanıtamaz, benim mutluluğumdan söz edemez. Maverasız uygarlıkların insanlığa katabilecekleri hiçbir, ama hiçbir evrensel, ebedi değer yargıları yoktur ve olamaz. Her şey zıddıyla vardır; ahreti olmayan bir dünya nasıl ayakta durabilir ve üzerindeki insanları mutlu edebilir?
Dünyadaki kötülüklere, çarpıklıklara dur diyecek gücüm yok; lakin Tevhid’in oluşturduğu zihnimi her türlü küfrün tasallutundan korumak da benim iman görevim.
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci