Yanımdaki arkadaşa soruyorum; “ Sıkıcı biriyle karşılaşmak ister misin?” Bir anda yüzü geriliyor ve cevap veriyor: “ Ne münasebet! Sıkıcı biriyle karşılaşmak demek, moralinin eksilere doğru kayması demektir; elbette istemem!”
Haklıydı arkadaş; hiç kimse böyle bir tiple karşılaşmak istemez; çünkü herkes kendi iç dünyasının kahramanıdır, kahramanlığını harcamak işine gelmez.
Sıkıcı biriyle karşılaşmak istemeyiz de, sıkıcı bir kitabı, bir yazıyı okur muyuz veya bir konuşmacıyı dinler miyiz?
Buna da “evet” diyecek kimse bulunmaz.
Birisi sokağa fırlayıp, “Ben aşığım!” diye bağırıp çağırsa, insanlar bu kişi için ne derler? Ya mecnundur veya ne dediğini bilmez birisidir, demezler mi? Âşık, “Ben aşığım.” dememeli, tavırları onun âşık olduğunu bildirmelidir. Mutlu bir yüzle kızgın bir yüz bir olabilir mi?
Yazar da yazısında veya kitabında bağırmamalı, ben şuyum, buyum diye; üslubunu konuşturmalı, doğal olmalıdır. Ya da konuşmacı, hitabetinde bağırıp çağırmamalı, konuşmanın kurallarını işletmeli, doğal olmalı, somut örneklerle kitlenin dikkatini çekmelidir.
Şaşırtıcı cümle ile söze başlamalı; bir hikâye, bir anekdotla. Aç adama “ekmek” deseniz ağzı sulanır, ama tok adama ekmeği anlatmak zordur. Mesela, “Benim için kendini fırına atıp yanan kim vardır dünyada? İşte onun adı ekmektir! İnsana yar olmak için kendini ateşe atıyor!” dediğinizde, kulakların diklendiğini göreceksiniz. Ondan sonra, “Pişmeden sevgilinin ağzına giren tiksindirici olur.” derseniz, amacınıza ulaşırsınız.
Şimdi siyaset zamanı. Adaylar, halkın arasına girerek konuşuyorlar. Çok genel şeyler anlatarak konuşmayı sıkıcı yapmak sonuç getirmez. İnsanlar özelin hikâyesini dinlerlerken pür dikkat kesilirler. Her konuşmacının birkaç canlı hikâyesi, şiiri, fıkrası, yaşanmışlıkları heybesinde olmalıdır. Bu tip konuşmacılar dikkatleri üzerlerine çekerler.
Örneğin; “adalet istiyorum” sözü çok genel bir söylemdir; bunun yanında “filanca için adalet istiyorum” dediğinizde, dikkat kesildiklerini göreceksiniz; çünkü halk somut düşünür ve o kişiyle kendisini bütünleştirir, konuşmanın veya yazının muhatabı olup çıkar.
Fransa’da “Dreyfus davası”( Hugo, haksız yere otuz yıl hapis yatan bir askerin davasını yüklenmiş ve halkın dikkatini somut verilerle çekerek, kişiyi topluma mal etmiş ve sonuca ulaşmıştır.) ile Victor Hugo, olaydan otuz yıl sonra Fransa’yı sarsmıştır; çünkü adaleti kişiye indirgemiş ve halkın dikkatini çekerek sonuca ulaşmıştır. Kişilere indirgenmeyen hiçbir fikir veya düşünce yayılamaz, sonuca ulaşamaz.
İmam Gazali’nin bir sözünü hatırlıyorum, şöyle der: “Allah, en vurucu ayetlerini kıssalardan sonra söyler!”
Bu, eğitimin temel taşıdır; “somuttan soyuta ilkesi.” Örnekleme yapmadan saf fikirle söze başlarsanız, sözünüz havada kalır. Vaiz kürsüde, öğretmen sınıfta, politikacı halkın arasında somut söylemlerle söze başlamalı, kitlenin dikkatini çektikten sonra mesajını vermelidir. Tabi bütün bunları yaparken birikim söz konusudur elbet; susuz değirmen dönebilir mi?
Her şey zıddıyla bilinir. “Ben size su getirdim, çöplerinizi temizledim; köprüler, geçitler yaptım!” demeniz yeterli değildir; çünkü insanların çoğu geçmişten pek ders almaz, unutkandır; yeniliğe kolaylıkla adapte olur. Ama canlı örneklerle, mümkünse bireylere indirerek, geçmişte yaşananları şahıslandırarak bir bir halkın önüne dökerseniz, o zaman şimdikiyle geçmişi kıyaslama şansına sahip olur.
Yazar veya hatip sözünü söylerken sıkıcı bir havada söylememelidir. En karmaşık sözleri, somut anlatımlarla basite indirgemelidir. Filan kitap niçin okunuyor, demenin yerine, kitabın yazarı kitabı nasıl yazmış ki, okunuyor, diye düşünmek daha akıllıcadır. Veya falanca hatip niçin acaba o denli dinleniyor, diye düşünmek gerekir. Siz siz olun, bir olay anlatılırken dikkat kesilmiyor musunuz? Dizilerin, filmlerin bu kadar izlenmelerinin nedeni, somut olayları canlandırdıklarından değil midir?
Sevgili okuyucu, sen de bu yazıyı sıkıcı mı buldun, yoksa seni sonuna kadar okumak için sürükledi mi?
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci