Mecnun, dişi deveyi yavrularından ayırıp, deveyle birlikte Leyla’nın köyüne doğru yol almaya başlar. Ne var ki Mecnun bu, Leyla aklına düştükçe, kendinden geçer gibi olur ve devenin yularını gevşetir. Bunu fırsat bilen deve yulardan kurtularak yavrularına doğru geri adım koşar ve ahırına gelir.
Kendine gelen Mecnun, tekrar ahıra döner, deveyi alır ve Leyla’ya doğru yönelir. Yolda yine Leyla aklına düşer, kendinden geçer. Devenin de yavruları hep aklında olduğundan o da ahırına doğru kaçarak yavrularıyla buluşur.
Bu durum böylece iki üç gün devam eder. Mecnun sanki yıllarca yol almış gibi şaşkınlıktan kurtulamaz. Mecnun sonunda:
“ Ey deve!” der, “ İkimiz de âşığız, fakat aşklarımız birbirine zıt, birbirine aykırı! Demek ki biz, birbirimizle yol arkadaşlığı yapmaya layık değiliz. Senin sevgin de yuların da bana uygun değil. O halde senden ayrılmam gerek! Çünkü biz, birbirimizin yolunu vurmaktan başka bir iş yapamaz olduk!”
Âlemde herkes sevgilisine koşar. Bu, bir yaratılış yasasıdır.
Biz millet olarak amacımızı belirlemiş ve tarihe öylece, kendine güven duyarak, kişilik geliştirerek çıkmıştık. Amacımız “İ’layı Kelimetullah- Allah’ın adını yüceltmek” idi. Amaç belli, sevgili belliyken hedefe varmak zor olmamıştı. Çünkü dünyada amacını belirlemiş hiçbir toplum veya birey, bu uğurda gayretini de esirgememişse, sonunda amacına ulaşır.
Gün geldi, amaç değişti. Amacın adına “Muasır medeniyet- Çağdaş uygarlık” denildi ve mecnunla deve gibi yollar ayrıldı. Herkes sevgilisinin yolunu tuttu. Öyle de, herkes sevgilisine kavuşsaydı mesele yoktu; millet, sevgilisinden ayrı düşürüldü yıllar yılı.
Bu millet, “İ’layı Kelimetullah” için asırlar boyu dikenleri gül eyledi. Talihsizliğini talih eyledi. Hapishane köşelerini köşke dönüştürdü. Kül dolu ocakları ateşledi. Şeytanları huri eyledi. Taşları mum haline dönüştürdü. Kederleri neşe balına kattı. Gulyabanileri melek sıfatına kavuşturdu. Arı iğnesini bal eyledi. Akrep zehrini ilaç belledi. Aşkı sayesinde aslanları köle etti kendine. Öfkesini merhamet eyledi.
İşte bu sayede ve bu amaç uğruna asırlarca kişilikli olarak yaşadı. Model kendisiydi, taklide ihtiyacı yoktu. Bu nedenle savrulmadı.
İnsanı ayakta tutan, ona bir kimlik bağışlayan şeyin adı kişiliktir ve bu, özgüvenin çocuğudur. Özgüven, bir pınara benzer, aktıkça akar ve dosta da düşmana da suyunu esirgemez. Sonra pınarın gözesi kaybolur ve o bölge çöle dönüşür. Bu durumda o pınardan su içenler de oradan ayrılıp başka sulak yerlere göç ederler. Ama gelinen yer bir göldür; suyu durgun ve acıdır. Ne var ki, herkes bu sudan içmek zorundadır; çünkü artık pınarlar Kafdağı’nın arkasında kalmıştır. Anka kuşları orayı yurt edinseler de, ormanın tüm kuşları hallerinden memnundur.
Şimdi, ormanda cümbüş vardır. Aslan babanın kutsal günüdür. Sabaha kadar içilecek, alemler yapılacak ve herkes kendinden geçecektir. Orman yasasında bundan daha doğal bir şey zaten olamaz. Herkes sevgilisiyle sarmaş dolaştır, felekten bir gün de olsa çalınmıştır.
Dikkat çeken bir durum vardır: Bir karaca, bu “zevk fırtınası”na katılmaz ve gece boyunca bir köşede için için ağlar. Sonra anlaşılır ki, bu karaca, bu ormanın sakini değil, aslında o, Anka kuşlarıyla birlikte Kafdağı’nın sakinidir. Nasıl olmuşsa bu gece bu ormana düşmüş ve gece boyunca üzüntüsünden ağlayıp durmuştur.
İşte şimdi sabah olmuş ve gün ışımıştır. Karaca, ormandan uzaklaşıp yeni pınarlara doğru yol almaya başlamıştır. İnanıyor ki, dünyada daha çok bereketli pınarlar vardır.