Doğayı katlettik. Gökdelenleri diktik. Dereleri kuruttuk. Denizleri kirlettik. Hayvanları rahatsız ettik. Ve intikam alma sırası onlarda..
Doğadan el ayak çekildi. Balıklar, kuşlar, Martılar ve diğerleri özgür kaldı. Hiç susmayan kuşlar, Doğa tüm renkleri ile fışkırmaya başladı.
İnsanoğlu, endişe dolu bakışlarla uzaktan seyrediyor. Doğa, insanoğlundan intikam almaya başladı. Üstünlük sağladı...Çünkü insanlık her anlamda kuşatıldı ve nefes alamıyor.
*
Cahit Külebi’ nin “Benim doğduğum köyde Ceviz ağaçları yoktu, ben bu yüzden serinliğe hasretim” diye başlayan”Hikaye” adli şiirinde olduğu gibi, ben de köyümün yok olmuş tüm özelliklerini özledim..
Dağların tepelerinden inen, kayalara çarparak uğuldayan, Fırtına Vadisi’nden salınarak akan, insanın ruhunu tazeleyen suyun sesini özledik.
Ayder’in, Sırt yaylanın, dahası Kaçkar’ın tepelerini yalayarak ormana inen, yaprakları okşayarak yayılan, yorgun yeşilin, güz kızılının kokusuyla yoğrulmuş rüzgârın sesi hayatımızın bir parçasıydı…Her ne kadar bölgedeki HES inşaatları yüzünden bu güzellikler yok oluyorsa da
*
Yaylaya gidenlere, sonbaharda dönenlere, göç yolunda çıkanlarla onları uğurlayanların birbirine karıştığı kuşların ve kuzuların sesi ile sabahları uyanırdık..
Benim okumam için çırpınan, yırtık Trabzon lastiği ile köyden Ardeşen’e, 20. km yolda, sırtıyla odun taşıyan rahmetli anacığımı hatırladığımda, yüreğimde oluşan acılarla olgunlaştım.
Bayram günlerinde giyeceğim ve yastık altında ütülediğim yamalı pantolonla büyüdüğümü hatırladım.
Sarının, kırmızının tonlarına bürünmüş, her yapraktan dağılan hüznün, ayrılığın korkusuyla yaşadım. Sahilden, ya da Büyük Şehirlerden gelenlere, yurt dışındaki gurbetçilerimize, hayranlıkla bakarak büyüdüm.
Suyun, rüzgârın, sarp kayalara yağan karların, çobanlık yaptığım hayvanların çıngırak seslerinin, denizi andıran sise karıştığı anlarda, kuzularımı kaybederim endişeleriyle yaşadım. Ağustos sıcağında derin vadinin devasa kayalıklarından adeta püsküren Ayder’i özledim.
İnsanın içinden, derdi, tasayı alıp götüren billur renkli Fırtına’yı özledim. Çocukluğumda tuttuğum, günümüzde yok edilen kırmızı benekli alabalığı özledim
Suya düşen yapraklar Mevlevi dervişler gibi semaya dönen buz gibi suyu oluşturduğu” Uzungöl’ü ” Sümela’yı, Sultan Murat’ı. özledim.
Yıllarca muhabirlik yaptığım Trabzon’u, Uzun sokağı, Kunduracılar caddesini, paramız olmadığı için veresiye yemek yediğimiz Polat Usta’yı, Arafıl Boyunu, Erdoğdu’yu, Uzunkum’u, dahası 12 yılımı geçirdiğim Trabzon’u ve tüm Trabzonluyu özledim.
Eşim olan Meliha Yazıcı ile ilk tanıştığım, Karadeniz Teknik Üniversitesi kampüsünü özledim.
*
Kışın beyaz sessizliğin kapladığı, İlkbaharda taze yeşilin, eflalatun komarların ahengine bürünen yaylalarımı özledim.
Kuzularımı, saf temiz insanımı, yok edilmemiş ormanlarımı, misafirperverliği, doğallığı, köydeki eski düğünleri, imeceleri, akşamları toplanıp, lamba ışığında kuzine’nin etrafında yapılan sohbetleri özledim.
Tencerede kaynayan lahanayı, mıhlamayı, altın sarısı gibi mısır ekmeğini, yoğurdu turşuyu, hamsiyi özledim. Gerçek insanlığı, karşılıksız dostluğu, entrikasız yaşamı özledim. Hayallerimi yüzdürdüğüm ırmakları, gölleri özledim
Ayrı kaldığımda üzüldüğüm, özlediğim dostlarımı özledim... Dağından çıkan küçük dereler birbirinden güzel bütün yaylaları özledim.
Ahşap kokuların sindiği, yok edildiği 100 yıllık ahşap evlerini, serenderlerini, yayla göçlerindeki şenliklerini, artık mumla aradığımız bahçemizdeki hormonsuz sebze ve meyveleri özledim Senetin, sepetin olmadığı, sözün namus olduğu güven dolu mertliği özledim.
Köy kızlarının, çay bahçelerinde, ya da yayla yollarında sırtındaki yüküyle nişanlısına bir “Merhaba” demesinin, ya da lamba ışığında yazdığı iki satır mektubunu verebilmenin güzelliğini özledim…
Kısacası... Doğduğum ve büyüdüğüm coğrafyanın dağını taşını, suyu, havasını, insanını ve her şeyini özledim… …