Bugün kendini okumazsan yarın canına okurlar

D. Ali TAŞÇI

 Bugün “Hak” bir saldırıyla karşı karşıyadır. Hakk’ın saldırıyla karşı karşıya olduğu zamanlarda, “Halk”ın durumu daima içler acısı olur. Bugün de öyle, Hakk’ı örtüp halkı manen ve maddeten soyanlar tetikte. Şimdiye kadar halk soyulurken, doğuştan zaten çıplak geldiğine ve hep öyle kalacağına inandırılmıştı, ama artık durum öyle değil, halk, üzerindeki elbisenin kendisine ait olmadığını biliyor.

Existansiyalizm’in (Varoluşçuluk) öncülerinden Fransız Jean Paul Sartre, Franz Fanon’un “Yeryüzünün Lânetleri” adlı kitabına yazdığı önsözde şöyle demektedir: “Amsterdam, Paris, Londra ...ya birkaç aylığına bir grup Asyalı veya Afrikalı genç getirip gezdireceğiz; elbiselerini, süslemelerini değiştirecek ve biraz dilin yanı sıra, sosyal tavır ve davranış tarzı öğreteceğiz. Kısaca, kendi kültürel değerlerinden soyup ülkelerine geri göndereceğiz.
Artık, onlar daha fazla kendi akıllarından konuşan türde insanlar olmayacak ve bizim borazanımız haline geleceklerdir. Biz eşitlik ve insanlık (humanity) sloganlarını haykıracağız, onlar da Asya ve Afrika’da “insanlık” ve “eşitlik” sözlerimizi yankılandıracaklar.”

Yeryüzünde kendin olamamanın vermiş olduğu azaptan daha büyük azap var mıdır? Taklidin aşağılık dünyasında şimdiye kadar hangi medeniyet boy atabilmiştir? Biz kimiz, neyiz, neredeyiz ve niçin varız? Esas can yakıcı soru şudur: “Biz gerçekten var mıyız?” Başkalarının uygarlık düzeyine erişmek zorunda mıyız? Ya o uygarlık düzeyi, topyekün kan üzerinde kurulmuşsa ne yapacağız?

Batı, yüzünü tarihte hep kanlı göstermiştir. Son zamanda “Gezi” dolayısıyla İstanbul ve Türkiye’de yaşananların uluslararası bağlarını ve yurt içi piyonlarını gördükçe, kan denizinin kabardığının farkına varıyoruz, ama her kanlı kabarışın, bir Musa’yı da beraberinde getirdiğini unutmuyoruz. N’aparsın, Nil’in ahlâkı, Firavunları boğmak ve Musa’yı da salimen saraya taşımak üzere kodlanmıştır.

Batı, topyekün bir batağın içindedir! Dün Âkif haykırıyordu bunu “Tek kişi kalmış canavar” diye, bugün Batı’nın bizzat kendisi söylüyor. Batı’nın insana bakışı “ilâhi” değildir. Batı, insanın canına değil, tenine bakmaktadır. İnek hayatı ot olarak görür, bülbül ise gül olarak. Vampirlerin dünyasında kandan başka gerçek yoktur.

İnsan fıtratıyla çelişen eğitimlerin gelip dayanacak olduğu yer, bundan başka bir yer olmayacaktı. Bütün dünya ve ülkemiz yıllarca “çölde çay yetiştirme sempozyumu” ile oyalandı durdu. Şimdi ne doğru dürüst çöl kaldı elimizde-avucumuzda, ne de çay. Yaratıcı’yı merkeze almayan bir eğitim sistemi, neyi halledecekti insan hayatında? Hangi problemi çözecekti, problem üretmeden? Teknolojik gelişmelere bakıp, çağdaş putlara secde edenler, insana bakıp, kendilerine bakıp, Rab’lerine secde edemiyorlarsa, burada elbette bir problem var demektir. “Laiklik” adına ilâhi bağı koparanlar, yeryüzünde “ritüel”i olmayan bir devlet gösterebilirler mi?

Bütün mesele, insan yetiştiren kurumların kokuşmuşluğu ve bunların bir an evvel kökten değiştirilip insan fıtratına uygun hale getirilmesidir.

Baş gözü kör olursa kıyamet kopar da, gönül gözü ebediyete ebediyyen kapanırsa kimsenin bundan haberi olmaz. Ağacı herkes görür de, hüner, çekirdekteki ağacı görebilmektir. Nuh (AS)’u dünya tufanı boğamazken, karınca bir kaşık sudaki tufana teslim olur. Musa (AS)’ ya Kızıldeniz yol vermek zorundaydı; çünkü o kendi iç asfaltında yürüyordu. İbrahim (AS)’e ateş ne etsindi, İbrahim (AS) gönül dünyasının güllerini devşiriyordu. Firavun ise bildiğimiz gibiydi.

Evet, bugün niçin yaşadığımızı bilemezsek, yarın nasıl öldüğümüz merak konusu bile olmaz. Eğitim adına dünyada olup bitenler, gönül ağartmak değil, kâğıt karartmaktan ibaret. Böyle şey olur mu? İnsanı küçücük yaşlarından itibaren adeta “esir” alıyorsunuz ve ona en az yirmi yıl, Allah’la irtibat kuramama yolları öğretiyorsunuz. Yirmi yıl, Rabbini kalbinde taşıyan insanın adeta ondan intikam alırcasına, kalbini bıçakla, taşla, sopayla “bilgiyle”, zehirle... öldürmeye çalışıyorsunuz!.. Sonra da “bilim” adına ortaya çıkıp insan davranışlarını tahlil etmeye kalkışıyorsunuz? “Bütün ilimlerin özü, ahirette başına neler geleceğini bilmektir.” der, Mevlâna.

Adam elinde bir sopa, mezarlıkta geziyor, her mezara o mezarı tahrip edecek kadar vuruyordu. Dediler ki: “A deli herif! Neden bu mezarları döversin?” Dedi ki adam: “Bunlar gittiler, ama sayısız yalanlar söyleyip yattılar, uyudular. Onların birçoğu kendi nefislerine ait olanları söylediler, ama doğruyu söylemediler. Ben de dövüyorum işte.” 

Hangi davranış insanda ahiret duygusunu, hesap-kitap şuurunu, Allah korkusu kavramını geliştirmiyorsa o, kıyıcı, öldürücü ve tiksindirici bir davranıştır. Hangi eğitim, insanda “Hakk” kavramı uyandırmıyorsa o, insanlık adına ortaya düşmüş bir bomba gibidir.

“Filân adam kanser oldu, vah vaahh!” diyoruz, iç geçiriyoruz -haklı olarak- da, sosyal, siyasal, ekonomik, eğitim... hayatında her gün beraber olduğumuz nice nice insanları -bir gün, bir an bile- bir camide, bir zikirde, bir başka sonsuzluk mekânında göremiyoruz ve bunun ardından göklere hiç “vah”larımız yükselmiyor!

Sonsuzluğa inananlar, ne zaman inançlarını burunlarının dibinde bir cüzzam gibi değil de, alınlarının ortasında bir nur gibi parlatırlarsa, işte o zaman eğitim de, siyaset de, dünya da yoluna binmiş olacaktır. Bu nasıl iştir, Allah’ın yarattığı dünyada, Allah’ın vermiş olduğu akılla, Allah’ın bedeninde yarattığı dil ile, Allah’ın yarattığı insanlara karşı bütün avazım çıktığı kadar “Allah” diye haykırmaktan korkacak, çekinecek ve pısacağım!

Bugün “Allah” demekten korkanlar, yarın Allah’ın huzuruna çıkmaktan artık utansınlar. 

Benim de bir önerim var: Herkes protestosunu bir biçimde ortaya koyarken, bizler de bize sövenlere, “selam” deyip geçelim. İşte o zaman Gezi parklarının güllere büründüğünü göreceğiz.