Taşradaki çocuklardık. Gençliğe yeni adım attığımız 1970’li yılların başlarıydı. Lise öğrencisiydik. Dünyadan habersiz, zihin dünyamız, yaşadığımız ilçe sınırlarını aşamıyordu. Kitapları severek okusak bile içeriklerini kavramakta zorlanıyorduk. Kısacası açılmamış tomurcuk gibiydik.
Bir gün canım erik istedi. Bir satıcıdan biraz erik satın aldım. Satıcı, erikleri kese kâğıdına koyarak bana verdi. O zamanlar poşetler yoktu, gazetelerden dürülerek yapılan kese kâğıtları vardı. Eve geldim. Ev deyince, üç arkadaş ilçede bir oda tutmuş ve ailelerimizden uzakta kalıyorduk. Arkadaşlarım da okuldan yorgun gelirler, onlarla birlikte erik yeriz düşüncesiyle, cebimdeki son parayla erik almıştım.
Erikleri yerken ben kese kâğıdını da karıştırmaya başladım. Hamura bulanmış bir şiir gördüm. (Kese kâğıdı hamurla yapıştırılıyordu.) Şiire karşı ilgim vardı ve o şiiri meydana çıkarmaya çalıştım. Ne yazık ki birinci dörtlüğünden başka diğer dörtlüklerini ortaya çıkaramadım. Şiirin ilk dörtlüğü şöyle idi:
“ Bu yağmur, bu yağmur bu kıldan ince,
Nefesten yumuşak yağan bu yağmur.
Bu yağmur, bu yağmur bir gün dinince,
Aynalar yüzümü tanımaz olur.”
Şairi belli değildi ve ben ilk defa bu kadar güzel bir şiir okuyordum. Kese kâğıdından şiiri kestim ve ertesi gün lisedeki edebiyat öğretmenime şiiri götürdüm ve ona sordum: “Hocam, bu şiir kimin, çok güzel bir şiir?”
Bana hayatım boyunca unutamadığım bir cevap verdi:
“Bırak o yobazı, sen başka şairler oku. O şiir Necip Fazıl Kısakürek denilen yobazın şiiridir.”
Benim hayatım işte o “yobaz” ile değişti.
Uzatmayayım, ben artık Necip Fazıl hayranı olmuştum. Onun kitaplarını bulunduğum ilçede bulmak mümkün değildi, ama İstanbul’da yaşayan dayımdan ısmarlayabilirdim ve öyle de yaptım ve birçok kitaplarına kavuştum. Su gibi, hava gibi içiyor, içime çekiyordum satırlarını.
O yoldan devam ederken Sezai Karakoç’la karşılaştım. Karakoç, Üstad’ın öğrencisi olmakla birlikte farklı bir tat veriyordu zihnime. Diriliş’le diriliyorduk ve geleceğe emin adımlarla yürüyorduk. Ardından Nuri Pakdil ve “Edebiyat” dergisi. Aynı vadinin ürünleri ve fakat farklı tatlarla tatlanıyorduk.
Ve ardından 1976’da Mavera Dergisi. Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören, Erdem Beyazıt, Akif İnan ve diğerleri. Büyük Doğu’da, Diriliş’te demlenen ruhlar. Her sayısını içercesine okuduğumuz yıllar. “Yedi Güzel Adam” bu dergide kümelenmişti. İlk yazı denemelerimiz ve titrek kalple yazılarımızı Mavera’ya gönderdiğimiz yıllar. “Okuyucularla” köşesinde Cahit Ağabey’in, okuyucuların yazılarına cevabi yazıları, derginin ilk okunduğu sayfalardı. Tam dört mektup almıştım Cahit Ağabey’den. O ne güzel, ne kadar mutlu, heyecanlı yıllardı! Cahit Ağabey’in mektuplarımıza cevabi yazıları, yazılarımızın Mavera’da yayınlanışı esnasında duyduğumuz duygular!... Dünyayı fethe çıktığımız yıllardı. Yazar, kalemle fetihlere çıkan insandır. Kalbe hitap edenler fatihtir, nefse hitap edenler ise işgalci.
Hangi cesaretle bilmiyorum, 1980 Mayıs’ında Cahit Ağabey’e yazdığım bir mektupla Mavera ekibini köyüme davet ediyordum! Birkaç zaman sonra mektubuma cevap aldım; Cahit Ağabey, “Rasim’le de Erdem ve Akif’le de meseleyi konuştuk, önce köyünüze gelmeyi kararlaştırdık, fakat Akabe Yayınlarındaki yoğunluk dolayısıyla erteledik.” diye yazınca gelemediklerine sevindim, desem abartmam; çünkü ben onları nasıl ağırlayacaktım?
Rasim Özdenören’in hikâyeleri ve deruni düşünceler. “Gül yetiştiren Adam”ı okuyunca uzun müddet kendime gelememiştim. Rahmetli babamın yaşadıklarıyla örtüşüyordu. Dostoyevski ile ilgili derinlikli yazıları. “Çok Sesli Bir Ölüm” hikâyesinin 1978 yılında televizyonda yayınlanışı ve Yücel Çakmaklı’nın “Milli Sinema” arayışları. Bizi çok heyecanlandırıyordu.
Bir gün Ankara’da bir çay ocağında Rasim Ağabey ile sohbet ediyoruz. Konu geldi İbni Arabî’nin meşhur eseri “Füsûsü’l Hikem”ine dayandı. Rasim Ağabey bir cümle söyledi, ben onu hiç unutamıyorum ve çok yerinde buluyorum: “Füsûs okurken döner dolaşır bir “fas”a takılırsın ve hep o fas’ı okumak istersin; işte o fas’ın özelliklerini taşıdığındandır bu!” (Füsûs, 25 Fas (bölüm)dür ve her fas bir Peygamberin deruni özelliğini anlatır. Muhteşem bir kitaptır.)
“Yedi Güzel Adam”ın son temsilcisi “Gül yetiştiren Adam” da ebedi âleme gitti. Rabbim mağfiret eylesin.
Bana soruyorlar, sen hangi okulları bitirdin, diye.
Büyük Doğu Üniversitesi’ne bağlı Diriliş fakültesinin Mavera şubesinden mezunum, diye cevap veriyorum. Cumhuriyet döneminde bundan daha büyük, daha yerli ve daha evrensel bir okul mu vardır? Ve hâlâ bu “okul” aşılamamıştır.
Bu okuldan mezun olan insanlar hayattalar. Bunlar hayatta olduğu müddetçe, Allah’ın izniyle korkuya mahal yoktur; çünkü bu insanların bütün gayesi Allah’a kul olmaktır. Her ne kadar bazı yalama yapanlar çıkmışsa da ki, her yerde olur, kısmı azamisi sağlamdır. Allah’ın yaratıcı olup olmadığında bir tartışma yoktu, fakat insanların birçoğu O’nu Rabb olarak kabul etmiyordu. Bu okul bizi, Rabbimize dost eyledi, insanın sadakatinin kime yönelik olacağını bildirdi, Elhamdülillah!
Bütün bunlar edebiyatla yapılmaya çalışıldı. Estetiği olmayan düşünceler zaman içinde sönüp gider. Kur’an’ın, fesahat ve belagatta en üstün kitap olduğunu unutmamak gerekir. (Fesahat; anlaşılır bir dille konuşma. Belagat; muktazai hale, ortama göre konuşma.)
D. Ali TAŞÇI (dalitasci@hotmail.com) Twitter:@DAliTasci