Geçenlerde gittiğim bir düğünde dikkatimi çeken bir şey oldu; eminim sizin de dikkatlerinizden kaçmamıştır bu durum.
Düğünde herkes kendi cinsine doğru hareket etmeye başladı. Horoncu horoncuya, kemençeci kemençeciye doğru yanaştı; cinsiyle hemhal olmaya, dostluk kurmaya çalıştı. Zaman ilerledikçe, yanlış partner seçenler ayrıştı ve kendi cinslerini bularak onların yanına yerleşti.
Hani matematikte bir kural vardır ya, elma ile armut toplanmaz, diye. Aynen öyle, sosyal durumları, politik duruşları, kültürel yapıları, meslek ve meşrepleri, inançları aynı olan veya paralellik arz eden kişiler ve gruplar bir araya geliyor ve ortak bir gündem oluşturabiliyorlar veya bir eylemin failleri olabiliyorlar.
Kim nerede bulunuyorsa, oranın anlayışının çocuğudur. Hangi mekânın insanı iseniz, kimliğiniz de o mekânın tabelası içinde saklıdır; herkes göremese de tabelayı boyayanlar bunu bilir.
Eskiler, mekânı şereflendiren, içindeki insanlardır, derlerdi. Galiba şimdi durum biraz farklı, mekân, insana “şeref” katıyor. Siz mi markaları onurlandırıyorsunuz, yoksa giyindiğiniz markalar mı size “onur” katıyor?
Mevlâna ne güzel demiş: “Nice insanlar gördüm, üzerlerinde elbise yoktu; nice elbiseler gördüm, içinde insan yoktu.” diye. Büyüklerin sözleri de çaplı oluyor.
Elbette çeşitliliği göz ardı etmiyoruz; hatta çeşitlilik zenginliktir. Herkes ayakkabıcı olsaydı ne yapardık? Fırıncı, tornacı, şoför… Hayatı zenginleştiren unsurlardır. Doktor, öğretmen, mühendis… Ne güzel değil mi?
Fakat benim dikkatimi çeken cinsin cinsiyle hemhal olmasıdır; ülfet, dostluk kurmasıdır. Bu aslında doğal olan bir şeydir.
Suya zeytinyağı dökerseniz, yağ, suyun yüzüne çıkar; suyla karışmaz; çünkü ikisinin yapısı, özü farklıdır.
Yine matematikteki kuralı hatırlayın, ortak payda bulunmadan bayağı kesirlerde toplama, çıkarma yapılamaz.
Hayatın içinde çokça rastlarız, bazıları ortak iş kurarlar. Para ortak paydasını bulmuşlardır, ama kişilik ortak paydasını bulamadıklarından ortaklık bozulmuştur.
Atasözümüz ne güzel parmak basıyor bu olaya:
“Arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” diye. Atasözleri toplumsal yasalardır, onların dedikleri kulak ardı edilemez.
Ben buna bir ilave yapıyorum: Kiminle kavga yaptığını söyle, sana kişiliğini söyleyeyim. Bu da zıddından insanı anlama taktiği olarak algılanabilir.
Hz. Peygamberimizin konuyla ilgili olarak bir Hadis’i var, şöyle diyor:
“Bir yerde yüz kişi bulunsa ve bunların doksan dokuzu kâfir, biri Müslüman olsa. Dışarıdan Müslüman biri içeri girse ve hiçbirini de tanımasa; döner dolaşır, içerideki müslümanla ülfet, dostluk kurar. Aksi de böyledir.”
Mevlâna, Mesnevi’sinde bir hikâye anlatır: “Karga ile leyleğin birlikte uçtuğunu gördüm. Bu imkânsız dedim; çünkü aynı cins değillerdi. Onları takıbettim, bir taşın üzerine kondular. Baktım ikisi de aksaktı.”
Bu durum sosyal ve siyasal hayatımızda da son derece öne çıkmaktadır.
Aynı derneği, vakfı, kulübü paylaşan insanlar tesadüfen bir araya gelmediler. Yapıları, inançları, değer yargıları onları bir araya getirdi.
Partiler de aynıdır; parti mensuplarına bakınız tüzüklerine, liderlerine ne kadar da benziyorlar değil mi?
İnanç ve kabul kimliklerini oturtmuş insanların evlerini altından yapsanız, size oy vermezler. Hayat birliktelik değil, ayrışma üzerine kurulmuştur; yani ayrışarak birliktelik, demek istiyorum. Fakat siz bir okyanusa sahipseniz, içinizdeki adacıklara hoşgörü ile bakarsınız. (Osmanlı okyanus iken adacıklardan pek rahatsız değildi, küçük deniz olunca, adalar denize sığmamaya başladı. Bu yerlerde küçük denizlerle yaşamak zordur.)
Bir gün ashabı içinde oturan Peygamberimize, Ebu Cehil gelerek şöyle der: “Ey Muhammed! Sen ne çirkin adamsın, seni hiç sevmiyorum!”
Peygamberimiz mütebessim, ona şöyle cevap verir. “Doğru söyledin!”
Biraz sonra Hz. Ebubekir çıkagelir huzura. O da sanki olup bitenlerden haberi varmış gibi: “Ya Rasulallah, ne güzel insansınız, yüzünüze bakıp bakıp doyamıyorum, sizi canımdan da çok seviyorum.”
Cevap yine aynıdır: “Doğru söyledin, ey Ebubekir!”
Herkesin yüzünde şaşkınlık belirtileri, Peygamberimiz durumu aydınlatır:
“Ben, size tutulmuş bir aynayım; bana bakan orda kendini görür.”
Şimdi, nerede kendimizi görüyor veya görünüyorsak; zikrimiz, fikrimiz, yapımız, kimliğimiz ona göredir; çünkü duruş ve görünüş, insanın kimliğidir. Yarın “kimlikleriniz” dendiğinde, herkesin kalbinin üzerindeki mühür ortaya çıkacaktır; fakat bugün de onu pek saklayabildiğimiz söylenemez.