Kime rastlıyorsam, herkes bir şeyden şikâyet ediyor ve bir hikâye anlatıyor. Hikâye dediysem, yaşadığı bir olayı veya duyduğu bir vak’ayı naklediyor. Sonra düşündüm, hayatımız bir hikâyeden başka nedir ki; bir varmış, bir yokmuş!...
Zaman zaman çocuk olmak isterim, yalıtılmamış has sevgilerin boy verdiği dünyaya girmek beni mutlu eder, diye düşünürüm. Ama orada yalnız kalmak da istemem, sevdiklerimle bir arada mutluluğumu paylaşmak ve çocukça davranışlarda bulunmak hoşuma gider. Ne güzel, çocuk, davranışlarından dolayı yargılanmaz.
Bir çocuk, Peygamberimiz (AS)’e mektup yazmış: “ Ey Peygamberim, seni çok seviyorum. Seninle oyun oynamayı ne kadar çok isterdim. Ben bisikletime binerken, senin saçımı okşaman hoşuma giderdi. Seninle birlikte kör ebe oyunu oynardım. Bana sobe yapsan biraz kızardım, ama sonra gülümseyerek beni kucakladığını düşünerek bundan vazgeçerdim. Elimden tutuşunu, sonra önümde diz çökerek yüzümü okşayışını ve bana bir şeyler söyleyişini düşünüyorum. Hem sen çocukları çok severdin. Annem anlattı, kuşu ölen bir çocuğa baş sağlığına gitmişsin. Ama benim babam bunları bilmiyor. Zaten onu göremiyorum ki! İşi varmış. Babam inşaatçı; taşı, tuğlayı bizden çok seviyor. Ey peygamberim, ben, babamdan da çok seni seviyorum!”
Musa (AS)’nın çobanı geldi aklıma. Çoban: “ Allah’ım, sen neredesin? Sana kul, kurban olayım; senin çarığını dikeyim, saçlarını tarayayım. Elbiseni yıkayayım, bitlerini kırayım, ey büyükler büyüğü, sana süt getireyim. Ellerini öpeyim, ayaklarını ovayım, uyku zamanı gelince, yatağını sereyim. Bütün gecelerim sana kurban olsun, seni andığım, hey hey diye feryat ettiğim Rabbim!”
Musa bunu duyunca feryat etti: “Hey, sen kiminle konuşuyorsun? Bu sözleri kime söylüyorsun? Sen Müslüman olmadan kâfir olmuşsun!”
Çoban: “ Bizi yaratanla, yeri göğü halk edenle.” dedi. Musa:
“ Kendine gel, amcanla mı, dayınla mı konuşuyorsun? Allah’ın sıfatları arasında bunlar var mı? Sen ne yapıyorsun?”
Çoban: “ Ey Musa, sen bu azarınla benim ağzımı diktin, pişmanlıktan beni perişan bir hale getirdin. Canımı yaktın.”
Sonra çoban yana yakıla perişan bir halde çöllerin yolunu tutar. Allah. “ Ey Musa, bizim kulumuzu bizden ayırdın. Sen kullarımı bana yaklaştırmak, benimle buluşturmak için mi geldin, yoksa ayırmak için mi? Ben herkese bir huy, bir öz verdim. Senin hoşuna giden, öbürünün yüzünü ekşitir. Sana bal olan, diğerine zehir olur. Ben kullarımın beni tesbih etmeleriyle arınmam, onların beni takdis etmelerinden yine kendileri arınır.
Biz dile, söze bakmayız; gönle ve hâle bakarız, ey Musa!”
Şair ne güzel demiş:
“ Eli boş gidilmez gidilen yere
Rabbim, boş gelmedim ben suç getirdim.
Dağlar çekemezken o ağır yükü,
İki kat sırtımda pek güç getirdim.”
Sevgilerimizi ve dolayısıyla da sevgililerimizi kaybettik. Çocuk gönlümüzü ve çoban kalbimizi taş, tuğla; yani modernizmle doldurduk. Fıtratımızdan pınar değil, kan akıyor. Bu kan, özümüzün feryadıdır. Bu kan, aslımızın bozulduğuna işarettir. Hiç kimse bu kanı temizlemeden mutlu olamaz. Daha çok birbirimize hikâye anlatacağız ve birçok hikâyenin konusu olacağız.
Kriz ve bunalım! Çağımızın ve inkârın çocuğu. Ashab-ı Kehf’i biliriz; birkaç gencin küfre ve zorbalığa direnişinin mucizevî öyküsü. Allah, onları asırlarca uyutarak kriz ve bunalımlardan uzak tutmuştur. Genç adam! Sen de bir Ashab-ı Kehf olamaz mısın? Gönlünün kuyularında Yusuf ruhu demleyemez misin? Modernizmin kıskacında can çekişeceğine, bir çocuk ruhuyla peygamberi soluğu hisset. Çoban gibi içinin billurlaşmış pınarını yeryüzüne akıt. Ashab- Kehf gibi küfre karşı izzet ve şerefinle diren! Bilgi mi? Ne çobanın bilgisi vardı, mutlu olmak için, ne Mağara Dostları’nın. Ama onlar çok önemli bir şeye sahipti: Kalp! Sonra unutma ve derin düşün: Dünyayı kana bulayanlar çobanlar değil, üniversite mezunlarıdır!
Çocuk kalbine, çoban gönlüne ve Ashab- Kehf imanına muhtacız. Gerisi mi, bir sürü hikâye! Biz hikâye anlatmaya ve dinlemeye mi geldik yeryüzüne? Dizilere bir de bu gözle bakınız.