Bir millet için en büyük musibet belki de milli aydın tipinden mahrum kalmasıdır. Kültür Emperyalizmine karşı milli refleksleri olmayan, kuşatmacı saldırgan kültürlere karşı savunma hamleleri gerçekleştirecek olan aydın kadrolarına sahip olmayan toplumların akıbetleri her zaman hüsranla sonu bulmuştur. Cahillerin aydın koltuğuna oturduğu, gerçek ilim adamlarının kokutulup susturulduğu toplumlarda her türlü soysuzluğun, her çeşit nesepsizliğin, akıl almaz kopuklukların zuhur etmesi kaçınılmaz olur.
Kısa bir süre önce renkli cam dediğimiz TV kanallarının birinde Üniversite Rektörü olan bir zati muhteremi dinlerken adeta dönüp kaldım. Rektör olmuş veya kocaman bir ilim yuvasının başına getirilmiş olan bir insanın bu toprakların mayasından, kültür ikliminden bu kadar uzak olması oldukça düşündürücüydü.
Sayın Profesör konuşmasının satır aralarında, sinsice ve şeytanca bir dille Cumhuriyet ve onun kuran iradeye hayasızca kin kusarken, kendisinin de muhafazakar ve dindar bir insan olduğunu vurgulamadan edemiyordu. Bu devletin kuruluşunda ve şekillenişinde kurucu irade tarafından ciddi yanlışların yapıldığını ve yapılan yanlışların üzerinde inşa edilen kurumlarında tabii olarak yanlış işlediğini iddia ederek adeta ekmeğini yediği bu devlete savaş ilan eden bir düşman mitralyözü gibiydi.
Milli Bayramlarda çocuklarımıza ve insanlarımıza Askerin tankını veya tüfeğini göstermekten alın da, çocuklarımıza Türklük kavramını yanlış anlattığımıza varana kadar her şeye adeta isyan ediyor ve bu devletin kökten lağvedilmesini isteyebilecek veya ima edebilecek kadar bu devlete ve Cumhuriyete savaş açıyordu. Emin olun ki bu adamı dinlerken midem bulandı ve onun adına utanç terleri döktüm. Bir insan ancak bu kadar densiz bu kadar soysuz olabilirdi.
Bu devletin; bölücü terörü tehdit olarak kabullenmesini ve ardı ardına sıraladığı birçok sakıncalı durumların devlet tarafından tehdit olarak algılaması bu sözde ilim adamının kafasına göre yanlıştı. Süslü püslü kelimelerden kurduğu cümleleriyle adeta bu topraklarda tehdit olarak addedilebilecek bütün ihanetleri inkar ediyordu. Ona göre tek tehdit vardı, o tehditte Türklük ve Türkiye Cumhuriyeti devletiydi. Bugün canımızı sıkan hiçbir ihanetten sanki zerre kadar haberdar değildi bu adam veya bizim tehdit olarak algıladığımız bölücülük dahil hiçbir şey tehdit değildi. Onun kafasına göre bu millet için Cumhuriyetçilerden ve Türklerden başka hiçbir tehdit söz konusu bile değildi.
İddia ederim ve yemin ederim ki, bu kafa kurtuluş savaşında dört bir taraftan bu topraklara giren düşman ordularının komutanlarının kafasından çok daha kirli ve iğrenç bir kafadır. Bu kafa bir Üniversitemiz için değil, bu ülke için korkunç bir felakettir. Nasıl olurdu da böylesi birisi bu ülkenin ekmeğini yediği halde bu millete savaş ilan etmede böylesine cüretkar davranabilirdi.
Bu ülke bugün işgal altında bile olsa ve işgal ordularının komutanı olacak zat bile böylesine cüretkar davranamazdı ve böylesi sözler etmekten haya ederdi. Her nedense bizim kahramanımız ilim adamlığı vasfını kullanarak meydanı boş bulmuş ve kursağında ki bütün zehrini kusmada kararlıydı ve hayasızca kusuyordu.
Cumhuriyetin Türklük kimliği üzerinde inşa edilmesinden, Ankara’nın başkent olmasından alında, Ordu mensuplarının ve insanlarımızın kılık kıyafetlerine varıncaya kadar her şeyi sorguluyordu. Bu kafaya göre bunların hepsi yanlış seçilmişti ve millet istemeden birçok şey millete dayatılmıştı. Bu şarlatana sormak isterim, kendilerinin baş tacı ettikleri satılmış kesimler o günlerde “Yunan Askeri bizim misafirlerimizdir” onlara sakin kimseler silahla mukabele etmesin diye fetvalar veriyorlardı.
Cumhuriyeti kuran irade bu milletin bağımsız olarak yaşamasına azmederken, karşı cephede yer alanlar İngiliz mandası için yanıp tutuşuyorlardı. O günkü mandacı zihniyetin bugünkü alkışçıları her ne hikmeti varsa pek bilinmez; Cumhuriyet dendiğinde deli divaneye dönerler, Türklükten bahsedilince de uyuz olmuş gibi kaşınmaya başlarlar.
Bu topraklar üzerinde hayat sürüp, Cumhuriyetle ve Türklükle barışık olmayan her kim olursa olsun benim gözümde satılmış bir zavallıdan başka hiçbir şey değildir. Ben şahsen bir Türk olarak bu tiplerden tiksinti derecesinde iğreniyorum. Bu milletin ekmeğini yiyip, bu memleketin suyunu içip, daha sonrada arlanıp utanmadan bu millete kin kusanları da Allaha havale ediyorum.
Bana göre Cumhuriyeti kuran iradenin eğer bir kabahati varsa, o kabahat da bu soysuz takımının pusuya yattığı bataklıkları kurutmadan yoluna devam etmesidir. En büyük zaafımız ve kaybımız bu izansızların bu topraklarda boy atmasıdır.
Hiçbir devlet kendi bağrında yılan saklamaz ve büyütmez. Bunlar yılandan da, akrepten de zehirli ve tehlikelidirler. Geçmişte Atatürk adına bu milletin kimyasıyla oynayan soysuzlarla, bugün dindarlık kisvesi altında devletin altını oymaya çalışanlar arasında hiçbir fark yoktur. Söz konusu her iki kesiminde beslendikleri adres Vatikan’ın değişik hücreleridir.
Cumhuriyet kendisini yeniden sorgulamak durumundadır. Yazımıza konu olan imalat hatalarını bu Cumhuriyetin nasıl ürettiğini teşhis etmeden bu Cumhuriyeti yaşatmak bir hayli zor olacak sanırım. Hep birlikte üzerinde yaşadığımız bu geminin nerelerden su aldığını, hangi kamarasında hangi yılanların gizlendiğini tespit etmek zorundayız.
Düşmanını tanımayan hiçbir Milet varlığını devam ettiremez. İster yeşili, isterse kırmızısı olsun düşman düşmandır. Düşmanın iyisi veya kötüsü ayrımı yapılamaz. Her ikisinin de hakkından gelmek şarttır. Aksi durumda farklı üniformalar altında yattıkları pusulardan kafa kaldıranlar fırsat bulup meydana çıktıkları gün kol kola gelecekleri aşikardır.
Türkleşmek-İslamlaşmak-Musırlaşmak gömlekleri dışında bu Cumhuriyete gömlek biçmeye kalkanlar kendi kefenlerini hazırlasınlar. Bu Cumhuriyet bu milletin en son kalesidir. Bu kaleyi asla düşmanlara teslim etmeyeceğimizi bütün gafiller bilmelidirler.